24 Ocak 2021 23:00

'Futbol sorunu', haklı sorular, kayıp yanıtlar

Aston Villa-Newcastle United arasında oynanan 1905 FA Kupası finali

Aston Villa-Newcastle United arasında oynanan 1905 FA Kupası finali | Fotoğraf: Wikimedia Commons

Paylaş

Geçtiğimiz hafta “Mesut Özil çılgınlığı”nın ortasında Prof. Dr. Özgür Demirtaş bir tweet attı: “Tuttuğunuz takım kazanınca, transfer yapınca, şampiyon olunca karnınız doymuyor, cüzdanınız dolmuyor, geleceğiniz yeşermiyor, eviniz-barkınız olmuyor. Size ne oluyor?”

Tweet epey tepki çekince el yükseltti: “’Mutlu oluyoruz’ diyeceklere ikinci soru. Böyle mutlu olacağınıza sizi mutsuz edenleri bulsanız? Sizi mutsuz eden sistemi değiştirseniz?”

***

20. yüzyılda Marksist ekolden gelen düşünürler bu soruyla bir 60-70 yıl cebelleşti. Yüzyılın 1. Dünya Savaşı’na kadar olan bölümünde spora dair meseleler solun gündemine nadiren girebiliyordu ancak girdiğinde özellikle de futbolun, işçileri “gerçek sorunlardan” uzaklaştıran yanına dikkat çekiliyordu. Mesele, “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat canımız ne isterse” sloganındaki üçüncü 8 saatin nasıl doldurulacağıydı ve işçilerin meylettiği futbol, bu özelliğiyle bir burjuva ajanı olarak algılanıyordu. Öyle ki 1904’te İngiltere Bağımsız İşçi Partisinin resmi yayın organında şu uyarıda bulunuluyordu:“Yalnızca patronlarına itaat eden ve futbol düşünen bir işçi kesimi oluşturulması tehlikesiyle karşı karşıyayız.”

Savaş sonrası sporun gücünden, onun proletaryanın mücadelesine katkı sağlar hale getirilmesiyle faydalanılmak istendi. Bu bir meydan okumaydı ve başarılı oldu ancak futbol tribünlerinde biriken kitlelerin konumunu değiştiremedi. Üçüncü 8 saat hâlâ büyük oranda kapitalizmin hizmetindeydi.

Üstelik futbol fanatizmi sadece kapitalist ülkelerin tribünlerinde dolaşan bir heyula değildi. “Sahalarımızda görmek istemediğimiz hadiseler” SSCB’deki futbol maçlarında da sıklıkla yaşanıyordu. İşçi sınıfı orada da kendine favori kulüpler, kahramanlar seçmişti. Maç günleri statlar dolup taşıyor, saha içi ve saha dışından kavgalar eksik olmuyordu.

SSCB’de spor aynı zamanda kitleleri eğitmenin bir aracıydı ancak futbolun proletaryaya bırakın katkı sağlamayı yarattığı bölünmelerle, kavgalarla hatta holiganizm örnekleriyle zarar verdiğinden şikayet ediliyordu.

Frankfurt Okulu, sporun da aralarında olduğu kitle kültürü örneklerine sert eleştiriler yöneltenler arasındaydı. Adorno, kitle kültürü endüstrisinin ürünlerinin, tüketicilerini mazoşist bir pasifliğe sürüklediğini söylüyordu.

Fikri mücadelenin bu kadar tepeden bakan bir dille yapılamayacağının, bu dilin kaçınılmaz olarak kitleyle araya baraj kurduğunun kabul edilmesi 1970’leri buldu. Rob Beamish, John Hargreaves, Robert Wheeler, Eric Hobsbawm gibi isimlerin çalışmaları toplumsal bir fenomen olarak futbolla kavga etmek yerine onu tarihteki gerçek ve uygun yerine oturtmaya çalıştı. Kapitalist gelişmeyle profesyonel sporların ortaya çıkması arasında bir paralellik vardı ve bu paralellik tüm parametreleriyle ele alınmadığında sorunu tanımlamak da ona bir yanıt üretmek de olanaksız kalıyordu.

Hobsbawm, The Invention of Tradition’da şöyle diyordu: “İngiltere’de futbol kupası finalleri tarihi bize kentsel işçi sınıfı kültürünün gelişimine dair resmi veri ve kaynakların söylemediği şeyleri söyler.”

Bugün de öyle. Futbol taraftarlığının ulaştığı biçim, onun en çok da sosyal medyada kendini gösteriş şekli toplumumuza dair çok şey söylüyor. “Bir oyun oynansın ve oyalanalım” istiyoruz elbette ama “Kafayı futbolla dağıtma”nın ötesinde “yenilsen de yensen de” de diyoruz. Taraf olma ihtiyacı duyuyoruz, büyük bir “hayali cemaat”in parçası olmak, ona yüklenmiş erdemlerden kendimize pay biçmek, düşman sahibi olmak, onlardan nefret etmek istiyoruz. Kazanmak istiyoruz kaybettiğimizdeyse bir de bunun sorumluluğunu yüklenmek bize çok geliyor bu yüzden suçu başkalarına atıyoruz.

Tüm bunlara neden ihtiyaç duyduğumuz kadar bu hisleri neden bu biçimde yaşadığımız da sorgulanmayı hak ediyor. Futbol gündeminin sosyal medya yansımaları sıkıntılı bir topluma işaret ediyor. Sadece “Futboldan başka tutunacak dalı olmadığı” varsayılan işçiler, işsizler değil sorun. Galatasaray’a karşı çıktığı ilk maçta hatalı goller yiyen Gençlerbirliği Kalecisi Übeyd Adıyaman’ı “şikeci” imasıyla milyonların önüne atanlardan Hakan Hanoğlu, Fenerbahçe Kongre Üyesi idi. Kaybedilen Konyaspor maçı sonrası Belhanda’ya ırkçı hakaretlerde bulunan Cem Emiroğlu, Galatasaray Disiplin Kurulu Üyesi idi. Her gün Twitter’ın TT listesine giren futbol eksenli içeriklerden daha binlerce örnek türetilebilir.

***

Demirtaş’ın takipçisi ya da okuru değilim. Bugüne kadar önüme düşen hiçbir fikrine yakınlık duymadım. Atıf yaptığım olmuşsa da eleştirmek içindir. Bu meselede tepkiler üzerine kendini uzun bir flood’la açıkladı ve temel olarak “Futbol hayatın merkezinde yer almamalı”yı kast ettiğini söyledi. Haksız mı, değil. Ancak bu işlerin “olmamalı” diyerek olmadığını, Demirtaş’ın dilinin neden üstenci algılandığını 20. yüzyıldaki entelektüel arayıştan örnekler vererek açıklamaya çalıştım.

Troçki, 1923 tarihli “Votka, Kilise ve Sinema” makalesinde “eğlence, oyalanma, gezme ve kahkaha insan doğasının en meşru arzularındandır” demiş ve kitle kültürü tartışmalarına erken bir giriş yapmıştı. Ancak taraftarlığı yaşayış biçimimizde bunların ötesinde bir yıkıcılık var. O yüzden şu sorular baki: Futbol taraftarlığı (Futbolun kendisi de değil) neden hayatımızın bu kadar merkezinde? Taraftarlığı neden bu kadar tahammülsüz, nefret dolu yaşıyoruz? Bu hisleri yaşamaya neden ihtiyaç duyuyoruz, o olmasaydı yerine ne koyacaktık? Futbol taraftarlığının kendine has özellikleri bu duyguları daha zararlı biçimde yaşamamıza neden oluyor mu?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...