17 Aralık 2020 23:35

İfşa: Yöntem, muhteva, olanaklar ve sınırlar

Hayatlarımızdan haklarımızdan vazgeçmiyoruz yazılı döviz

Fotoğraf: Emre Orman/csgorselarsiv.org

Paylaş

Yazar Hasan Ali Toptaş’ın cinsel saldırısının yazar Pelin Buzluk tarafından sosyal medyada ifşa edilmesiyle birlikte yükselen dalga, özellikle kültürel üretim alanının cinsiyetçi ve aynı zamanda şiddete zemin hazırlayan egemenlik ilişkilerini de gösterdi. Edebiyatçılardan eşzamanlı olarak sinemacılara, medyaya, akademiye, yayıncılık alanına yayılan bir eksende anlatılan taciz hikayeleri, kadınların bu alanlarda kendilerini var kılabilmelerinin ne denli eziyet, şiddet ve mağduriyet dolu bir çabanın sonucu olduğunu bir kez daha görünür kıldı. Bu görünürlük, dar ama etkili bir zümrenin iç işleyişini de faş etti.

Bilinmeyen bir şey değil; kültür, akademi ve yayıncılık dünyası “usta, duayen, üstad”lık müessesesinin erkeklere sanki sistematik eşitsizliklerin bir sonucu olarak değil de bu dünyanın doğası gereğiymiş gibi tapulandığı alanlar. Kamusal alanın öznesi olmasına müsaade edilmeyen kadınların, “tarih dışı, kültür dışı” bir varlık haline getirilmeye, görünmez kılınmaya, “domestik” alanlara hapsedilmeye karşı yazıyla, heykelle, resimle, fotoğrafla, sinemayla verdikleri mücadelenin aynı zamanda bir “varoluş” mücadelesi olduğunu yüz yıllardır biliyoruz. “İlerleme” gibi görülen tüm gelişmelere rağmen halen, kültür dünyasında bir kadının varlık göstermesi, alanın egemenlerinin “onayına, müsaadesine, yer açmasına, yer açmaya değer görmesine” bağlı. Nitekim; edebiyat dünyasının “duayen”lerinin dahil olduğu şiddet olaylarının büyük kısmında- ifşa edildikten sonra yaptıkları açıklamaların da apaçık gösterdiği gibi- kadınlara yaşatılanların “kültür dünyasının bohem havasının, üstüne konuşmanın gerekli bile olmadığı ilişkiler ağının doğal sonucu, yaratıcı eylemin katığı” gibi değerlendirildiğini, doğallaştırıldığını görüyoruz. Kadınların toplumsal eşitsizlikleri omuzlarında taşımaya devam ederek bu “yaratıcı” alanlara girme ve tutunma çabaları, varlıklarının sürekli olarak “cinselleştirilerek nesneleştirilmesi” ile de devamlı kesintiye uğruyor. Halihazırda kadınların yaratıcı bir faaliyeti tek başına sürdürebilecek “ekonomik sermayelerinin” de erkekler kadar olmadığı koşullar hüküm sürerken, kadınlar bir yandan bu alanlarda varlıklarını korumaya çalışırken bir yandan da kendilerini idame ettirecek bir “iş” arayışında oluyorlar çoğunlukla. Boşuna değil çoğu kadın edebiyatçının örneğin öğretmenlik, büro emekçiliği vs yaparken, üstüne bir de ev içindeki bakım yükünü sırtlanırken ilk ürünlerinin büyük kısmını gece saatlerinde mutfak masasında üretmeleri. (Bir “yazı evi”, “atölyesi” olan kadın edebiyatçı, sanatçı neredeyse “münferit” iken, erkek edebiyatçıların söz konusu taciz ve saldırıları adeta ulvi bir mekâna çevirdikleri “yazı evi” ve “atölyelerinde” gerçekleştiriyor olmaları da çok dikkat çekici.) Kültür, sanat, akademi, medya alanlarında varlık göstermeye çalışan kadınlar kendilerini taciz eden (ve gücü elinde bulundurmaya devam eden) kişilerle aynı ortamda yer almamak için de bu mecraları daha hızlı terk ediyorlar. Bu da adeta bir döngü gibi bu alanların kadınsızlaşmasına, kadınların bu alanda her şeye hep yeniden başlamak zorunda kalmalarına neden oluyor.

Bir de bu alanlarda örgütlülüğün zayıf, etik kurallar belirleme, bunları hayata geçirme kapasitesinin eksik olması, kadınlar yaşadıklarını dile getirse bile bu dünyaların “olağan” akışını değiştirme yönünde somut adımların atılmasında bir engel.

Son dalga, esas olarak bu alanlardaki örgüt ve kurumların etik kurallar ve tutum belirleme noktasında somut adımlar atmalarını hızlandırdığı için de etki gücünü hissettirmiş durumda.

***

Cinsel saldırı kendisini “güçlü” görenin kendisine hak gördüğü bilinçli bir eylem. Faillerin mağdurlarla bireysel ve toplumsal olarak kurdukları iktidar ve güç ilişkileri de cinsel şiddetin “bir anlık öfke ve kontrol edilemez dürtülerin neden olduğu” bir anomali olmadığını gösteriyor. Cinsel şiddete ilişkin “mitler” bu güç ilişkisinin üstünü örtmeye yarıyor. Her kesimden erkeğin her kesimden kadına yönelttiği şiddetin rakam rakam ortaya serilmesi bile, şiddetin “eğitimsiz, cahil, yoksul, kültürel sermaye yoksunu” erkeklerin bir “geri kalmışlığı” olduğu mitinin bir mit olduğunu anlatmaya yetmiyor.

Hatta güç, para, statü, siyasi ağ sahibi erkeklerin gerçekleştirdiği şiddet olaylarının üstü, yoksul ve “kollayıcısız” erkeklere göre daha fazla örtüldüğü için şiddet failliği sınıfsal ve toplumsal bir “kimlik”le özdeşleştiriliyor. (Tıpkı Amerika’da yoksul siyah erkeklerin zengin beyaz erkeklere göre daha fazla oranda cinsel suçtan yargılanması ve cezalandırılması nedeniyle cinsel saldırı suçunun sınıfsallaştırılması ve etnikleştirilmesi gibi…) Sınıfsal olarak “düşük” görülenlerin “olağan tacizciler” haline getirilmesi, sınıfsal olarak “yukarıda” olanların ise “flörtöz, çapkın, cinsel özgürlükçü” vs olarak görülmesi halen yaygın. Sadece bu da değil; cinsel şiddetin yöneldiği kişilerin beyanlarının “değeri” de bu mitlere göre belirleniyor. “Kaybedecek çok şeyi” olan adamların odakta olduğu beyanlar kadınların duyduğu “haset”le ve “popüler olma sevdasıyla” açıklanıp, işlenen suçun niteliği “entelektüel üretim süreçlerinin ayrılmaz bir parçası olan tutku ve aşırılığın” masumlaştırıcı etkisiyle azımsanabiliyor kolayca. Kimse bir inşaat işçisinin cinsel saldırısına böyle özler atfetmezken, bir yönetmenin, bir yazarın, bir ressamın cinsel saldırısına uydurulan kılıflar böyle nitelikler taşıyabiliyor.

Elbette sadece soyut bir “ün, itibar, etki” değil söz konusu olan, bunlarla birlikte kazanılan maddi olanaklar da suçun üstünün örtülmesi sürecinde devreye sokuluyor. Yani kadınlar bu alandaki taciz ve şiddeti ortaya sererken erkek egemen düzenin cinsiyetçi kodlarının yanı sıra aynı zamanda ün, itibar, saygınlık haresiyle çevrelenmiş ekonomik gücün kaynaklarına da dokunuyorlar ister istemez. Hasan Ali Toptaş’ın ilk açıklama metninde suçu kabul ederken, işin ucu ‘itibar’la eşgüdümlü elde ettiği maddi kaynaklara değince -yayınevinin sözleşmeyi feshetmesi, bakanlığın verdiği hibenin geri çekilmesi, bir belediyenin vereceği ödülü geri çektiğini açıklaması vs.- inkâr ve hatta beyanda bulunan kadını karalamaya varması bir örnek. Yalnızca süreli bir itibar yitiminin ötesine geçip (çünkü bu, erkek egemen düzen devam ettikçe ancak ve sadece onarılabilir bir yol kazası oluyor; Sermiyan Midyat’tan Ahmet Kural’a çok örnek var) kültür dünyasının ekonomik akışını da etkileyecek olan bir etik kurallar ve sözleşme maddeleri belirleme noktasına vardığında ilk başta sahiplenilen özürler ve hatta dayanışmalar, yerini redde ve olan biteni bir “linç furyasına benzetme” noktasına varıyor.

***

Yaşananların bir de kültür dünyasını aşan yanları var elbette; gündelik yaşamın her veçhesine yer eden, kadınları seslerini sosyal medyada duyurmaya mecbur bırakan yanlar… Bu da kadına yönelik her türden şiddet ve ayrımcılığın, aşağılamanın, yok saymanın, özerkliğini yok etme çabasının gündemde her ne olursa olsun baş sıradan hiç düşmeyen yaygınlığı, kadınları yaşamın her alanından silme noktasına gelmiş bir kadın düşmanlığının siyasi bir “proje” haline gelmesinin yarattığı sonuçlar, kadınların müthiş bir adaletsizlik duygusunu her an hissetmesi, bunun bıkkınlık yaratması, ötesi artık bir öfkeye dönüşmüş olmasıyla bağlantılı…

Ülkede kadına yönelik her türden şiddetin ve kadın cinayetlerinin adalet mekanizmalarında “tali meseleler” haline getirilmesi, faillerin aklanması, şiddet ve cinayetlerin onaylanması, hatta ve hatta şiddet gördüğü veyahut öldürüldüğü için neredeyse kadının suçlu hale getirilmesi hiçbir zaman münferit olmadı. Zira “adaletin olmayışı” denilince herkesin aklına ilk olarak, kadınların adalet mekanizmalarının dişlilerinde çiğnenen yaşamsal hakları geliyor. Kadınlar yaşadıkları şiddeti adalet mekanizmaları/ hukuk süreçlerine taşıdıklarında, adaletsiz kararlar ve kadınları adeta pişman etmeye dönük tutumlar o kadar göstere göstere yaşanıyor ki, hukuk mekanizmalarının işleyişindeki eşitsizlik ve adaletsizlikler üstünü hiçbir şeyin örtemeyeceği barizlikte görünür hale geliyor. Bunun onarılması zor bir güvensizlik, bir imtina yaratmasından daha doğal bir şey yok. (Sosyal medyada ‘birbirimizin çaresiyiz’ etiketiyle yapılan paylaşımlar bütün bu yoklukların işareti.)

Ancak adaletin adalet mekanizmaları ve hukuk süreçleri içinde aran(a)mayışı kadınların adalet arayışının önüne geçmedi elbette; çünkü artan ve vahşileşen şiddet bir hayat memat meselesi haline de geldi. Sosyal medya, epey bir zamandır bir tür kamusal itiraz alanı olarak bu adalet arayışının araçlarından biri olarak öne çıkıyor. Adaletin “hukuk sistemi” içinde bulunamayacağına ilişkin maddi temelleri olan inanç ve iktidarın da adeta bu inancı beslemek istercesine ancak sosyal medyada geniş bir itiraz yükselirse adalet mekanizmasının dişlilerinin çalışır hale geldiği bir “sopa hukuku”nu pratik olarak devreye sokuşu bunda etkili oldu. Ayrıca; medyanın tekelleşmesi ve havuz medyasının fosseptik medyası haline gelmesi nedeniyle, zaten sicili pek de iyi olmayan, cinsiyetçilikle malul medyada kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri ancak “politik bir silah” olarak kullanılabildiği ölçüde yer almaya, cinsiyetçilik derinleşmeye başladı. Dolayısıyla da şiddet ve cinayet haberlerinin kamunun gündemine bir “bilinç yaratma”, devlet mekanizmalarına ise bir “suç duyurusu” potansiyeliyle girmesi daha da zorlaşmış oldu.

Ülkenin Cumhurbaşkanı, hukuk reformundan bahsederken “yargı bağımsız” deyip akabinde “terörist listesi” sayarken, iktidarın ortağı, muhalefet liderlerine mafya eliyle yapılan tehditleri alkışlar, “tez bu parti kapatıla” fermanları verirken, kimi iktidar figürleri muhalif siyasetçilerin “itlaf edilmesi” gerektiğini söylerken, kuru ekmekten başka bir şey yiyemeyenlere “o zaman aç değiller” denirken, bakan adı geçen bütün soruşturma haberlerine yasaklar getirilirken bunların “mümkün” olmasını sağlayan bir “kayıtsızlık” ve “normalleşme” de otoriterliğin, kişi hukukunun çıtası haline geliyor. Üstelik topyekûn bir adaletsizlik duygusunu pekiştirecek siyasi dava süreçleri, yargının iktidar elinde bir tür “yaşam hakkı görmediği kesimlere yönelen yok etme silahı” olması, çalışma yaşamından basın davalarına tüm hukuk süreçlerinde “güçlünün himaye edildiği özel hizmet” olarak yargının egemenlik ilişkilerindeki yerinin iyice görünürleşmesi de bu “büyük resimde” kadınların hak arayışlarını “küçük meseleler” haline getiren etkide bulunuyor. Kimlere kimlere neler olmuyordu ki, zaten hep yok sayılan, şiddete uğrayan kadınlara mı olmayacaktı böyle bir yargıda!

Ek olarak; kadınları bir bütün olarak toplumsal yaşamdan koparan iktidar uygulamaları, eşitlik haklarını tırpanlama girişimleri, en temel hakları bile kağıt üstünde bırakmamaya yönelik saldırılar, kadınların ekonomik olarak yoksunlaştığı, güvensizliğe itildiği, yaşamı bağımsız bir biçimde kurmaya ilişkin her türden girişimlerinde önemli olan tüm olanakların (iş, eğitim, kamusal olanaklar vs) büyük bir şiddetle ellerinden alınması da kadınların şiddet karşısında ses çıkarmasının önündeki büyük engeller haline geldi. Giderek artan yoksulluk, güvencesizlik, işsizlik, örgütsüzlük, ağır yaşam ve çalışma koşulları kadınların mahkûm edilmeye çalışıldıkları bağımlı yaşamlar karşısında ses çıkarma potansiyellerini, olanaklarını da daraltan etkide bulundu.

Bu etkilerin tamamı, farklı kesimlerden kadınların farklı düzeylerde ve şiddette yaşadığı, “sınıflı” bir etki.

Bütün bu süreçler tüm kadınlarda şiddet, taciz, ayrımcılığa ve eşitsizliğe uğrama deneyiminin “şiddetlenmesi” sonucunu yarattı; evet. Kadınların yaşadığı eşitsizlik, şiddet ve ayrımcılık aynı zamanda sistematik toplumsal, ekonomik, kültürel eşitsizliklerin de ayrılmaz bir parçası. Kadınlar “homojen bir ezilen cinsiyet” olmadıkları için; ezilmişlik, baskı ve tahakküm sınıfsal çelişkiler içinde yoğrulduğu için, bu etkiyi farklı biçimlerde yaşadılar, yaşıyorlar… 

Bugün; kadınlar itiraz etme arayışına girdiklerinde de bu “sınıfsal konumlar” elbette farklı çarpan etkileri yapıyor.

Bu çarpan etkisinin sosyal medya ifşalarının yaşandığı günlerdeki kimi yansımalarına dair izlenimler aktarmak isterim.

Sosyal medyada cinsel taciz olaylarının takip edilemez bir hızda teşhir edildiği, onlarca tweetin, yazının ekranlarda aktığı günlerde, memleketin çeşitli yerlerinde özellikle işçi kadınların dahil olduğu ev, mahalle ve işyeri buluşmalarında bu konu gündeme geldiğinde büyük çoğunluğunun hiç haberdar olmaması dikkat çekiciydi. Bu; yoksul kadınların, işçi kadınların gündeminde taciz, şiddet olmadığını göstermiyor elbette; aksine, son dönemde en çok konuşulan, tartışılan meselelerden biri bu. Ama, sosyal medyada adeta bir sarsıntı olarak yaşanan ifşa hareketinin “sınırlı” evrenine işaret ediyor. Yaşananların ve tartışmaların sınıfın en güvencesizi olan yoksul, işçi kadınların gündemine twitter aracılığıyla, sosyal medyadaki hızla, sosyal medyadaki sarsıcı etkisiyle girmiyor oluşu, gündeme getirildiğinde ise kendi yaşadıkları şiddeti bu yöntemle ortaya sermelerinin “maliyetinin” daha çok konuşulması üzerinde durmamız gereken bir mesele. Bu; ifşanın “şiddetle mücadele” için tartışılamaz bir yöntem olarak konulmasına dair kimi şeyleri daha açık konuşmayı gerektiriyor.

İfşa, kadın hareketinin kimi bileşenlerince uzun zamandır temel bir “politik mücadele aracı” olarak değerlendiriliyor. Yazı boyunca saydığımız nesnel durum, bu değerlendirmeye bir zemin de sağlıyor. Sosyal medyada bir dalga olarak yayılan ve etkisi belirli çevrelerde somut sonuçlara da yol açan ifşa yöntemine ilişkin yine kadın hareketinin içinde kimi temkinli, soru işaretli tartışmalar ise “bu ortamda bunu tartışan kadın düşmanıdır, fail sevicidir vs” gibi cümlelerle karşılaşıyor. Oysa bir dalga yükselirken ve etki alanında kimi değişimler yaratırken yöntemle ilgili tartışma yapılmamasını istemek, o hareketin varacağı hedef açısından problemlidir. Hareket ve mücadele aynı zamanda bütünlüklü ve uzun erimli düşünmeyi gerektirir. Hareketin hızına ve etki gücüne kapılarak düşünmenin ötesine geçip bu sözün daha büyük bağlamda nasıl karşılık bulacağı, örneğin geniş kadın kesimlerinin mücadelesi için uzun vadede ne tür işlevleri ve etkileri olacağını tartışma sorumluluğuna sahibiz. Bir patlama anının nesnel nedenlerini, gösterdiği gerçekleri, anlamını analiz ederken özenli olmak, değerini teslim etmek ve kadınların esasen bir adalet arayışı olan seslerinin kısılmasına karşı durmak gerektiği gibi, bu patlama anının yankılarının yaratacağı kısa ve uzun erimli sonuçlara ilişkin tartışmayı farklı öncelikler ve birikimlerle yapmayı da düşmanlaştırmamak gerekir.

Hepimizin en iyi bildiği gerçek şu; yaşadığı şiddet karşısında sessiz kalmamak, eninde sonunda anlatmak, faili ortaya sermek genellikle risklidir kadınlar için. İfşa; somut dayanışma ağları ve somut bir örgütlülük ile örülü bir araç olarak kullanılamadığında bu “yoksunluk” farklı kesimlerden kadınlar için farklı şiddet ve tahrip süreçlerini de beraberinde getirir. İfşalar, bu somut örgütlülük olmadan gerçekleştiğinde belirli bir kesimde “farkındalık ve güçlenme” yaratabilir, yaratabiliyor da. Ama başka bir kesim kadın için eşitsizlik de yaratabilir. “Kadın”ları ve kadınlığı toplumsal ve tarihsel bağlamından uzaklaştırarak homojenleştirmek, kadınların aralarındaki farklılık ve egemenlik ilişkisini gizlemeye neden olur.

İfşanın “henüz ifşa etmemiş kadınlar” üzerinde kesin bir teşvik edici, güçlendirici ve sağaltıcı etkisi olduğu varsayılıyor. Bu kısmen doğru; ifşa birbirine benzeyen, benzer yaşam koşullarına sahip kadınlar üzerinde böyle bir etki bırakıyor. Üstelik ifşa ile, işaret edilen alanın “disipline” edilmesi, etik ilkeler oluşturulması gibi kazanımlar da söz konusu olabiliyor (ki bu da ancak örgütlülüğü güçlü ise mümkün olabilir). Ancak bir yandan da ifşa edenle aynı yaşam koşullarını paylaşan ama davete icabet etmeyen kadınlara “Bir gün sen de ifşa edecek kadar güçlü hissedeceksin” mesajı verilmiş olmuyor mu? Kadına yüklenen “ya o kadar güçlenemezsem” kaygısının yanı sıra, bu kaygıyla baş etmek için “Onların kaybedecek neyi var, benim çok şeyim var” savunmacılığına yol açtığı ve giderek kadını harekete geçmekten ya da var olan harekete katılmaktan alıkoyabildiği örnekler yaşanıyor. Tüm bunlar, kadın ile hareket arasında bir mesafe doğurma tehlikesi taşıyor.

Öte yandan, ifşa edenle aynı koşullarda olmayan, ifşanın (maalesef) yüklediği toplumsal, ekonomik, psikolojik maliyeti karşılama olanağından yoksun olan kadınlar üzerindeki etkisi nedir?

Kadınları yaşadığı şiddetin failini ifşaya çağırmanın, (hele ki bu şiddetin sistematik bir biçimde devam ediyor olduğu koşullarda) kadının hayatını değiştirecek adımlar atma olanaklarına sahip olup olmadığıyla birlikte düşünülmesi hayati bir mesele.

İfşa tartışmalarına ilişkin yapılan kimi değerlendirmelerde, bu vesileyle yaşadıkları şiddetin “farkında olmayan” kadınlara da bir ad koyma fırsatı yaratıldığı söyleniyor. Ama çoğunlukla kadınların yaşadıklarına bir “ad” koyma sorunu yok. Hele de işçi kadınların, yaşadıkları ağır şiddetin “farkında, bilincinde olmadıklarını” söylemek abesle iştigal. Adı açıkça konan, beslendiği kaynaklara ilişkin az çok fikir yürütülen, bu fikrin yaşamsal pratiklerden üretildiği şiddet, “ne olduğu bilinmeyen” bir şey değil. Ama kadınlar ancak “kolektif” bir dayanışma ve mücadele olanağına sahip oldukları zaman, hatta bırakalım sahip olmayı, buna dair küçücük de olsa emareler gördükleri zaman kamusal olarak ifade edebiliyorlar yaşadıklarını. Çünkü yaşam koşulları ve toplumsal yapı o şiddeti ifşa ettiklerinde onları rahatlatacak, faili de değersizleştirecek, itibarsızlaştıracak, kadının yakınları, arkadaşları, eş dostu tarafından sarmalanacağı bir yöntem olarak işlemesinin önünde engel. Üstelik kullanılageldiği biçimiyle ifşa, bir nevi “rezil etme, itibarını yok etme, ün ve statüyle varlık sürdürdüğü alanlardan dışlanmasını sağlama” gücünü devreye sokarken, bunu da bu kişinin sahip olduğu itibara, ün ve statüye önem veren kesimleri harekete geçirerek yaparken, esasen bu tam da sistemin orta sınıfa bahşettiği gerilime tekabül ediyor.

Ama örneğin; 1 sene önce Esenyurt’ta bir gıda fabrikasında yaşandığı gibi, kadın işçiler kendilerini taciz eden üretim operatörünü şikâyet ettiklerinde, insan kaynakları departmanı tarafından ellerine tutuşturulan bir kağıtla ‘üretim operatörünün erkeklik gururunu kırdın’ denilerek tazminatsız işten atılabiliyorlar. Ya da Bursa’da bir metal fabrikasında olduğu gibi; şirketin bir ilçedeki fabrikasından başka bir ilçedeki fabrikaya zorunlu olarak gönderilen kadın işçiler, kalmak zorunda oldukları yurtta ustabaşının tacizine uğradığında, bunu dile getirmekten şu nedenle imtina edebiliyorlar; “Zaten (adı tacizci usta başlarıyla ünlü) o fabrikada çalışmayı kabul eden kadın bunu isteyerek çalışmaya başlamıştır, denildiğini biliyorduk.” Çünkü bu imtina, aynı zamanda ancak babalarına, kocalarına, abilerine karşı çıkarak çalışmaya başlayabilen kadınlar için bir daha çalışamayacak olma “bilgisinden” geliyor.

Kadınların elindeki tek güç dayanışma ve örgütlülük, ancak bugünün Türkiye’sinde ve hatta dünyasında bu da “verili” değil, potansiyel bir güç henüz. Yani ifşayı tartışılmaz bir mücadele yöntemi olarak ilan etmeden önce; bu yöntemin riskleri göğüsleme olanağına (ya da dayanışmasına) sahip kadınların kullanabileceği bir yöntem olduğunu, bu olanaklara sahip olmayan geniş kadın kesimleri için işlevinin ve etkisinin ne olacağını düşünmek gerek. Bugün ifşanın tartışılmaz bir biçimde “ilerici ve kazandırıcı bir yöntem” olarak ilanı için soğukkanlı ve bütünlüklü bir yaklaşım sergilenemediğini düşünüyorum. Bir kadın yaşadığı şiddeti ifşa ettiğinde elbette kadın sorgulanmaz; dayanışma gösterilir, ortaya çıkan gerçeklerin aynı zamanda dönüştürücü bir eylemliliğe yol açması için birlikte mücadele edilir. Ama bu, kadınların “ifşa”ya teşvik edilmesinin, şiddetle mücadele için ifşa yönteminin doğru bir politik araç olduğunu göstermez.

Sınıfın en güvencesiz, en yoksul kesiminden kadınlar ölümün kıyısına geldiklerinde ya da şiddet çocuklarını tehdit eder noktaya geldiğinde anlatmaya ve çare bulmaya meylediyorlar. Bu “kişisel bir güçlenme, yaşadıklarını anlatma noktasına gelme” meselesi olmaktan çok, koşullardan kaynaklanıyor. Bu noktaya geldiklerinde gerek belediyelerin gerek bakanlığın il ilçe müdürlüklerinin, muhtarların, mahallenin etkili yetkili görünenlerinin kapısını aşındırmaktan geri durmuyorlar, ısrarlı bir biçimde yapıyorlar bunu. Ama kapılar sistematik bir biçimde yüzlerine kapanıyor kadınların. Ancak ve ancak yaşadıkları mahallede, okulda ya da işyerinde; ister mütevazı olanaklara sahip olan bir kadın derneği olsun, ister daha önce benzer durumdaki kimi kadınlara dayanışma eli uzatan bir küçük kadın dayanışma ağı olsun, ister kampüslerindeki bir kadın grubu olsun, ister sendika temsilcisinin bir kadın olması ya da işyerinde birlikte hareket edebilecekleri kadınların var olması olsun- yanlarında “örgütlü” bir güç olacağına ilişkin bir güven duyduklarında şiddet cenderesinden çıkmak üzere adım atabiliyorlar. Zira şiddeti uygulayan erkeğin patronuna “Bu adam beni dövüyor, bana tecavüz ediyor, işten at” deme, cinsel saldırı faili akademisyenin olduğu üniversite yönetimine “bu adamı bu okuldan at” deme ya da “Ustabaşı beni taciz ediyor, işten çıkar” deme gücüne ifşa ile ulaşamayacağı sezgisine sahip. Elindeki tek güç dayanışma ve örgütlülük. O da verili değil, potansiyel bir güç. (Kaldı ki bu gibi durumlarda bile kadınlar örneğin bir de sendika içerisindeki erkek-egemen yapıyla mücadele etmek zorunda.) O potansiyeli gerçek güce çevirmek de ancak kadınların gündelik yaşam ve çalışma alanlarında, yüz yüzelik sağlayacak bir mesafe yerelliğinde, o yerelde de bir güç olmak için büyük sabır, emek ve çabayla örgütlenme ile mümkün.

İfşanın sınıfsal bir muhtevası var, bunun üzerinden atlayarak ifşa tartışması yapılamaz. Yani önce kadını korumaya alma, daha sonra en yakınından başlayarak genişleyen bir dayanışma ağı oluşturma, daha sonra yaşananın toplum tarafından bilinir kılınması ve topluma bu yaşananın toplumsal ve politik muhtevasını kavratma ve giderek toplumu bu gerçekliği değiştirmeye yönelik harekete geçmeye teşvik/ikna/zorlama gibi bir dizi iradi taktikten oluşuyor/oluşmalı süreç. Yöntemi meşakkatli, hissedilir sonuç almak için yoğun emek, sabır ve zaman isteyen, fail erkeklerin geri adım atması da dahil ama bununla yetinmeyerek bütün bir toplumu değiştirme amacı güden politik teşhir ve en yerelde ve her alanda örgütlenme esas olmalı. 

***

Bir de ifşanın merciinin sosyal medya olması sorunu var. Sosyal medyada varlık gösteren kamusalın ifşa edilene “tepki göstermesine, dışlamasına” dayanan ve yaptırımın buradaki kamusalın faile uyguladığı utandırma, korkutma ile sınırlı kaldığı bir tablo da kadınlar için tehlikeli. Suçun niteliğini belirleme ve ceza kesme işini bu türden bir kamusallığa “devretmek” en çok kadınlara zarar verir. Çünkü bu kamusallığın da tüm veçheleriyle erkek egemen düzenin taşıyıcısı olduğu malum; kadını erkeği ile... O “kamu”, adaleti eşitlik üzerinden kuramayan, intikamı ve kısası temel alan, inşa edilen “ruh hali” ile yön değiştirebilen, manipülasyona açık bir “kamu”; davranışları, duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren erkek egemen toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmiş durumda.

Şu anda kâğıt üstünde de olsa, var olan bütün hakları kadınlar mücadele ederek kazandı. Bugün iktidar politikaları ve erkek egemenliğini pekiştiren söylem ve uygulamalar bu hakları kâğıt üzerinde bile anlamsız hale getiriyor diye bunlardan vazgeçemeyiz. Aksi; yani kamuoyunda yayılan “zaten hiçbir işe yaramıyor” duygusunun beslenmesi, orta ve uzun vadede yine egemenlerin işine gelecek sonuçlar ortaya çıkarır. Adalet mekanizmalarını zorlamaktan, hakları kullanmak için sonuna kadar mücadele etmekten vazgeçmeyelim. Elbette bu bireysel bir başvuru sorunu değil, bu aslında kadın hareketinin önünde de bir politik hat meselesi. Hak arayışını devletin tüm kurumlarını zorlayan, zorlamaya devam eden, kazanılmış haklarının gereğinin yerine getirilmesi noktasında talepkâr olan, bundan vazgeçmeyen bir hat, nihayetinde sosyal medya mecralarında sesini duyurma olanağı olmayan, örgütlü bir dayanışma ve mücadele olanağına henüz sahip olmayan geniş kesimlerden kadınların da yaşam haklarının garanti altına alınması için hayati.

Büyüyen bir tepki dalgasının bugünkü hızlı görünümünden ve kısa erimde yarattığı başarı duygusundan çok, görüntülerin enkazını temizleyerek her şeyi olduğu gibi anlatan pratik sonuçlarından ders çıkarılabilir.

Kısa vadede dayanışma ve örgütlülük olanaklarına henüz ihtiyaç duyulduğu kadar erişemeyen geniş kadın kesimlerinin de yaşamsal haklarının garanti altına alınması, yaşanan şiddetin yaşandığı ile kalmaması, kadınların güçlendirilmesi, kendi bağımsız varlıklarını kurabilmeleri için kamusal olanaklar yaratılması ve bunun hak bilinciyle gerçekleşmesi, kadınların gecikmiş adalet ihtiyaçları için sosyal medyayı kullanmak zorunda kalmamaları için acil taleplerimiz var.

1- Cinsiyet eşitliği ve kimseye cinsiyeti, cinsel yönelimi ya da cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılık yapılamayacağı tartışmasız bir biçimde kabul edilsin. Hayatın her alanında kadınların eşit temsilini sağlamak, eşitliği hayata geçirmek için somut adımlar atılsın. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için Kadın Bakanlığı kurulsun.

2- Nafaka hakkına, boşanma süreçlerinin zorlaştırılmasına ve arabuluculuk uygulamasına, çocuk yaşta evliliklere af getirilmesine; kısacası kadınların ve çocukların kazanılmış haklarına yönelik tüm tartışmalara son verilsin. 6284 Sayılı Şiddetin Önlenmesi Yasası’nın uygulanmasındaki eksiklikler giderilsin, kadına yönelik şiddete karşı acil önlem planı açıklansın. Boşanma süreçlerinde de istihdam, barınma ve eğitim olanakları sağlansın. Kadınları şiddete karşı güçlendirecek politikalar hayata geçirilsin. Cezasızlığın ortadan kaldırılması için İstanbul Sözleşmesi etkin bir şekilde uygulansın.

3- Kadınların 7/24 ulaşabileceği, farklı dillerde hizmet veren, ücretsiz, sadece kadına yönelik şiddet alanında çalışan ayrı bir Alo Şiddet Hattı kurulsun; kadın danışma merkezleri ve yeterli sayıda sığınak açılsın.

4- Kadına ve çocuğa yönelik şiddetle ilgili bağımsız bir veri toplama yöntemi geliştirilsin ve kamuoyuna düzenli olarak bu veriler açıklansın.

5- Kürtaj gibi temel sağlık hizmetlerine güvenli, zamanında ve ücretsiz erişim için gerekli adımlar atılsın.

6- Cinsel şiddetle mücadele koordinasyon ve kriz merkezleri kurulsun. Dijital şiddet ve ısrarlı takip yasalarda tanımlansın ve cezası belirlensin.

7- Özellikle kız çocuklarını örgün eğitimin dışına iten, çocuk yaşta evlendirmelerin ve çocuk işçiliğinin önünü açan 4+4+4 parçalı eğitim sistemine son verilsin. 12 yıl kesintisiz ve parasız eğitime geçilsin. Toplumsal cinsiyet eşitliği, eğitimin her kademesinde zorunlu ders haline getirilsin. “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi” tüm gerekleri yerine getirilerek uygulansın.

8- İstanbul Sözleşmesi’nin de hükme bağladığı üzere, ülkemizde mülteci ve sığınmacı olarak yaşayan bütün kadın ve çocukların şiddete karşı korunması konusunda eşit haklara sahip olması için açık ve net düzenlemeler yapılsın.

9- Her mahallede ve işyerinde kolay ulaşılabilir, ücretsiz, nitelikli ve 24 saat hizmet verebilecek kreş, etüt merkezi ve çocuk bakım merkezi açılsın.

10- İşyerinde toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti ve ayrımcılığı önlemek, eşitliği sağlamak için etkin politikalar uygulansın, örgütlenme hakkının önündeki tüm engeller kaldırılsın. Sendikalar cinsiyet eşitliğini her alanda sağlama, kadın işçilerin haklarını güvence altına alma ve uygulanmasını sağlama sorumluluğunu yerine getirsin. İşyerlerinde kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılığı gündem edecek ve yaptırım uygulayacak, bu konuda uzmanlaşmış iş müfettişleri görevlendirilsin.

Bunlar yetmedi, yetmeyecek; biliyoruz.

Çünkü esaslı bir dönüşüm her koşul altında her yerde örgütlülüğümüzle, örgütlü mücadelemizin kadınları eşitsizliğe mahkûm eden toplumsal koşulların değişmesi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesiyle mümkün. Ve bu mümkün!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...