05 Aralık 2020 23:28

‘Alo Fatih’in konuşma mecburiyetinin ne önemi var?

Çekmeyen, karıncalı gösteren televizyon ekranı, bir masanın üzerinde duruyor

Fotoğraf: aj_aaaab/Unsplash

Paylaş

Türkiye’de televizyon tarihinin bir başka geri adım atma, iktidar karşısında eğilme zaafının hemen öncesinde, muhtemel telefon trafikleri ile uzlaşma aranırken ve Bahçeli “Alo Fatih”e artık bizzat Twitter üzerinden direktif verirken taşları bir kez daha yerli yerine koyma zamanı…

Önce susturulmaktan söyleme mecburiyetine geçiş sürecini gözden geçirmekte fayda var. Ama Roland Barthes’ın “konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyeti” olarak tanımladığı faşizm üzerinden değil; çünkü otoriterleşen rejimlerde gündelik pratiklerde pek çok kez doğrulanıyor olsa da klişeleşen bu tür sözler, kimi zaman esas sorunun tek bir noktaya indirgenmesine ve mücadele alanlarının yok sayılmasına yol açıyor. Tıpkı iletişim alanında pratiğe geçen her yeni baskının, 1984 romanındaki Gerçek Bakanlığı ile ilişkilendirilmesi gibi. Yazıldığı dönem açısından bir Komünizm eleştirisi olması nedeniyle çok eleştiri alan romanın distopik tahayyülleri, her ne kadar günümüz gözetleme ve propaganda teknikleriyle doğrulansa da, kabul edelim ki içinde bulunduğumuz şartlar Winston Smith’le aynı değil.

1970’lerin ortalarından itibaren Marxist eleştirel okul, medya aracılığı ile bilginin belirli ellerde toplandığına dikkat çeker oldular. Herbert I. Schiller’in medya emperyalizmi olarak tanımladığı ve tüm eleştirilere rağmen hiç geri adım atmadığı bu yenidünya iletişim düzeni; reklam geliriyle gözü dönmüş, dünyanın her yerine uzanmış, sırtını devletlere ve uluslararası kurumlara dayamış medya holdinglerinin hizmetindeydi. İki kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte zaferini ilan etti. Terminoloji değişti, kavramlar ve değerler de değişti. Chomsky, propagandanın ortadan kalktığı fikrinin 21. yüzyılın en büyük propaganda başarısı olduğunu söyler. Küresel çapta iletişim alanının tamamı bugün altı büyük medya devinin kontrolünde. Gündemden sıkılıp kumandamızın tek tuşuyla ulaştığımız ve abone sayısı Türkiye’de 1.7 milyonu geçen, hükümet istedi diye Türkiye’de bir büro açma kararı alan Netflix de bu altılıya dahil.

Bu arada Winston Smith’le bizi ayıran ya da ayırdığını düşündüğümüz başka bir kırılma oldu. İnternet hayatımıza girdi. 90’larda Meksika’daki Chiapas köylülerinin özgürlük ve onur mücadelesini internet sayesinde Subcomandante Marcos’un sesinden duyduk. Indymedia tüm dünyaya yayıldı. Artık, holdingleşen, Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin deyimiyle sahiplerinin özel ve maddi çıkarlarını ustalıkla gizleyen, bu endüstriyel medyaya mahkûm değildik. Chris Atton 2002’de yazdığı Alternatif Medya kitabında bu yeni medyayı Foucault’nun “tahakküm altına alınmış bilgi” kavramına karşı bir ayaklanış olarak tanımlamıştı. Şimdi burada durup sizi Sinan Birdal’ın geçen Perşembe Duvar’da yazdığı “Siyasetin bilgisini özgürleştirmek” yazısına yönlendirmek istiyorum. Birdal, çok yerinde ve zamanında bir Foucault eleştirisiyle, bizi bir taraftan düşünürün “tahakküm altına alınmış bilgi” kavramının, beslendiği yeni sosyal hareketler bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekerken, diğer taraftan kavramın, düşünürün ömrü vefa etmemekle birlikte, yeni sağ için çok kullanışlı bir alan yarattığının altını çiziyor. Bu yazının alanı içinde somutlaştıracak ve çok basitleştirecek olursak Subcomandante Marcos’un ezilen Meksika yerlilerinin sesini duyurduğu umut bağladığımız mecrada bugün hâkim olan, “test yaptırmayın ölürsünüz” diyen, aşı karşıtı (lisansı alınmış) bir İtalyan doktorun bilim karşıtı hezeyanları… 1968 İsyanı’nda doğan Liberation gazetesi de bugün sermayenin elinde; Beuve-Mery’nin Le Monde’u Mister K. olarak adlandırılan 1975 doğumlu Macar milyarder Daniel Kretinsky’nin belirsiz stratejisini çözmeye çalışıyor…

Burada elbette ki Marxist yazar Chistian Fuchs’un “tahakküm altındaki bilgi”ye karşı ayaklanışın eleştirel ve karşıt hegemonik niteliği olması gerektiği uyarısını es geçmemek gerekiyor.

Ama şu konu da tartışmaya muhtaç: Bir zamanlar karikatürize edilen “eğitim şart” diye bağıran CHP’li teyze, ne ara bize WhatsApp’tan ‘aşı yaptırmayın’ diyen İtalyan şarlatanın videosunu paylaşır hale geldi. ‘Göbeğini kaşıyanlarla’, ‘Bill Gates bize aşı yoluyla çip takacak’ diyenler nasıl oldu da eşitlendi? Kültürel iktidar mevzuunu tartışacaksak en azından bir bölümü hak ediyor: Kendisine gazeteci diyen bir medya patronunun bilim karşıtı bir kitap yazması ve o kitabın aylarca çok satanlar listesinde kalması…

“Fake news” bize hiç bulaşmıyordu, cahiller saçma sapan propagandalara kanıyordu, güldük, eğlendik, cık cık ettik, küçümsedik, lakin döndü şimdi ayağımıza dolandı. WhatsApp gruplarında ‘Çin aşısı mı Alman aşısı mı daha iyi?’, bunu tartışıyoruz. Kimse ne haddime, ben ne anlarım demiyor, çünkü önünde doçent yazan, profesör yazanların dahi sonsuz saçmalama özgürlüğü var.

Çok dağıldı farkındayım, ama şöyle toparlamaya çalışayım Fransa’nın saygın internet gazetesi Mediapart’ın kurucusu Edwy Plenel 2018’de “La Valeur de l’information” [Bilginin Değeri] adlı bir kitap yazdı. Kıdemli bir gazeteci, yeni medya patronu olarak deneyimlerini, karşılaştıkları zorlukları anlattı. Plenel 2020’de yazdığı “La sauvegarde du peuple” [Toplumu korumak] kitabının girişinde basının misyonunu tarihsel bir çerçeveden getirerek şöyle tanımladı: ‘İktidarların örtmeye çalıştıklarının karşısında toplumun bilme hakkı’. Bugün hepimizin doğrulanmış, güvenilir bir medyaya ihtiyacımız var. Medya kültürüne dair farklılıklar bir tarafa ama dikkate değer bir sloganları var: “Bizi sadece okuyucularımız satın alabilir”.

Şimdi dönelim CHP PM üyesi ve Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın Habertürk TV’de söylediği sözler, yarattığı tepki ve RTÜK’ten gelen cezaya. Hükümete yakın yazarlardan dahi “yok artık, haksızlık bu” dendiğinde zaten üzerine söylenecek çok fazla söz yok. Üzerine yazı yazılır mı, yazılır: Ciner’in bir süredir medyası yoluyla hükümetle nasıl pazarlık ettiği tartışılır; program moderatörünün iddiasızlığı üzerinden görece tolere edilebilir tepki olasılığı konuşulur; Habertürk’e, çağırılan konukların şirazeden çıktığı varsayımı üzerinden gözdağı verildiği iddia edilir; Habertürk üzerinden tüm medyaya (mesela yeni Olay TV’ye) ayağınızı denk alın mesajı eklenir… Lakin uzatsak da, genişletsek de buradan bir medya özgürlüğü tartışması çıkmaz. Habertürk de, biz de oraları çoktan geçtik. O nedenle Alo Fatih’in konuşma mecburiyetindense bizim kimi dinleyeceğimiz tartışması daha mühim.

Marx, “şayet şeylerin görüntüsü ile özü çakışsaydı, bilim gereksiz olurdu” der. Basın özgürlüğünü ise “Özgür basının özü, karakterli, rasyonel, özgürlüğün ahlaki özüdür”* şeklinde tanımlar. Marx istemezseniz, Habertürk’ün eski haber program moderatörlerinden (gündüz kuşağı realty show programlarına çekilen) Didem Arslan Yılmaz’ın sözlerini hatırlayın: “Sonuçta biz bir kamu kuruluşu değiliz, özel bir sektörüz. Bu (HDP’lilerin çıkarılmaması) bir tercihtir. Bu tercihin nedenleri öyle ya da böyle farklıdır ama zaman zaman bu ekranlarda HDP’liler de olmuştur.”

* Karl Marx, Basın Özgürlüğü Üzerine, Çev. Önder Kulak, Kurtul Gülenç, Dipnot Yayınları, 2012, s.11-19

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...