14 Kasım 2020 23:26

Şu, şu, şu düşünceler yasak olsun...

Paylaş

Türkiye’de ve dünyanın her devletinin gündeminde tartışılan yığınla sorun var. Ben tutmuşum, düşünce ile yasak arasında kurulan, kurulmaya çalışılan, kurulması istenen bir bağ var mı yok mu onu irdeliyorum; şimdi bunun zamanı mı? Bence zamanı; çünkü yığınla tartışılan gündem maddelerinin ardında düşüncenin özgürlüğü sorunsalı yatıyor: İnsanlar düşünceleri nedeniyle öldürülüyorlar, tehdit altında yaşıyorlar, yargılanıp cezaevlerine tıkılıyorlar ve sadece  düşüncelerinin özgürlüğünü değil, bizzat kendi özgürlüklerini de kaybediyorlar.

İnsanın toplumsallaşma sürecini etkileyen, hatta belirleyen en önemli etkenlerden birinin toplumsal birlikte yaşamaya ilişkin olarak herkes için en iyi, en doğru, en gerçekçi olduğu öne sürülen toplum tasarımlarındaki birbirinden farklı, birbiriyle çelişen, birbirine karşıt, biri diğerinin varlığını tehdit eden düşünsel kurguların gerçekleşmesi uğruna sürdürülen mücadeleler olduğunu düşünüyorum.

Bu mücadelelere düşünce yasaklansın/düşünce özgür kalsın diyen görüşler arasındaki toplumsal yaşamı etkileyen uzlaşmaz çelişki damgasını vuruyor.

İnsanı diğer varlıklardan farklılaştıran olgu onun evrim sürecinde biyolojinin genetik kodlamalarını, yani biyolojik toplumsallığın doğal belirlemelerini aşarak toplumsallığını kendi düşünsel faaliyetleriyle bizzat kurgulayabilme yetisine sahip olmuş olmasıdır. Birlikte yaşamanın, toplumsal birlikte yaşamanın herkesin kabulleneceği varsayılan düşünsel kurguları ve bu düşünsel kurguların yaşamda gerçekleşmesi için sürdürülen mücadelelerin tümü bu ‘Kendi toplumsallık kaderini bizzat tayin edebilme yetisi’ sayesinde tarihsel-kültürel boyutta boy gösterebilmiştir. Ben insanın bu doğal yetisini  onun ‘yaratabilme yetisi’ olarak algılıyorum ve bu yaratıcılığın bilim, sanat, estetik ve inanç alanında özgünleştiğini düşünüyorum.

İster bilim, ister sanat, ister estetik, ister inanç alanında olsun, yaratıcılığın özgünlüğünü ‘düşünce’, yani beynimizin işlevselliği sağlıyor. Ve doğanın temelini oluşturan ‘çeşitlilik’ beynin işleyişinde de geçerliliğini koruyor. Sonuç olarak, toplumsal yaşamın kurgulanmasında çeşitli düşünceler üretiliyor. Sorun da bu noktada beliriyor: Benimsedikleri toplumsal birlikte yaşama kurgusunun mücadelesini sürdürenler kendi kurgularıyla bağdaşmayan, çelişen hatta kurgularını etkisizleştirmeye, yıkmaya, yok etmeye yönelik düşüncelerin yasaklanmasını isterler; hoşnut olmadıkları düşüncelerle o düşünceleri saf dışı bırakmayı öngören ve amaçlayan  ‘yasak’ arasında ünsiyet kurar, yasaklar alemi düzenlerler.

Benim şiddetle karşı çıktığım ve bilimsel düşünceyle asla bağdaşmadığını düşündüğüm anlayış, düşünce ile yasak arasında, ikisini yan yana getirmeyi, ikisini birlikte ele almayı sağlamaya yönelik, aslında var olmayan bir ilişkiyi, bir bağı icat eden, kısacası ikisi arasından ünsiyet kuran ve varsaydığı  ünsiyeti siyasi mücadelede toplumsal birlikte yaşamın örgütlenmesini temellendiren ‘çok doğal’, ‘en meşru’ araç olarak gören fikriyattır. Bence, bu anlayış temelinde örgütlenmiş bir toplumsal yapı bireyi kendi toplumsallığında iğdiş ediyor.

Düşünce ile yasak arasında hiçbir alanda, hangi nedenle ve gerekçeyle olursa olsun asla ünsiyet kurmayan, böyle bir ünsiyetin kurulmasını asla mümkün kılmayan bir toplumsal yapı uğruna verilen siyasi mücadele özgürlüğe giden yolu inşa eder.

Düşünce ile yasak arasındaki ünsiyet hangi alanda, siyasi mücadelenin neresinde ve nasıl kurulabilir? Nasıl kuruluyor?   

Gözlemlediğim kadarıyla düşünce ile yasak arasındaki ünsiyet üç biçimde  kurulabiliyor.

Genellikle düşünce ile yasak arasındaki ünsiyet, ‘Bana göre fikriyatının hakim olduğu ortamlarda’, örneğin masumane sürdürülen kahve sohbetlerinde veya geyik muhabbetlerinde kurulur; masum muhabbetlerin ötesinde de böylesine bir bağı bağrında taşıyan elverişli siyasi mücadele ortamlarında ve bu ortamı örgütleyen devlet biçimlerinde kurulabilir. Eğer siyasi ortam elverişliyse ve devletin biçimi bu elverişliliği sağlayacak biçimde örgütlenmişse, gücü elinde tutan iktidar sahipleri benimsemedikleri, kendileri için zararlı olarak gördükleri düşünceleri yasaklarlar; yasaklanmış düşünceleri üretenleri, söyleyip yazanları, yazılanları basıp çoğaltanları, dağıtanları, basılmış olanları evinde bulunduranları hapse tıkarlar. Düşünce ile yasak arasında bu biçimde kurulan ünsiyet üzerinde tartışmanın bir anlamı yoktur, tartışmanın düşünsel, ilkesel zemini de yoktur. Yapılması gereken bu tür ünsiyet kurmaya yönelik siyasi ortama ve bu ortamı örgütleyen devlet yapısına karşı yürütülecek siyasi mücadeleyi gerçekleştirmektir.

Öte yandan, düşünce ile yasak arasındaki ünsiyet hukuk alanında tartışarak da kurulabilir. Bu durumda sorunu hukuki düşüncenin özgünlüğünde irdelemek gerekir.

Hukuk açısından her hukuk kuralı toplumsal yaşamda kurulan bir ilişkiyi düzenler. Yasak getiren kural, toplumsal yaşamda kurulmaması gereken ilişkiyi belirler ve eğer o ilişki kurulmuşsa ihlal edilen kuralın yaptırımını saptar. Hukuk toplumsal yaşamda kurulan ilişkilerin taraflarını ‘kişi’ ve ‘eşya’ olarak iki kategoride belirlemiştir: ‘Kişi’ kurulan ilişkinin öznesidir ve kimlerin ya da nelerin ‘kişi’ olarak tanımlanacağını hukuk belirler: Hukuk bu belirlemesini toplumsal yaşamda  kurulan bir ilişkide, o ilişki çerçevesinde bir şeyleri yapmayı  ya da yapmamayı, aynı ilişkide üçüncü kişilerin bir şeyleri yapmasını ya da yapmamasını talep edebilme yetisine sahip olma temelinde kurgular ve bu yetiye sahip olduğuna karar verdiği kurgusal varlıkları ‘kişi’ olarak  tanımlar. ‘Eşya’, kişi tanımı içinde değerlendirilmeyen ancak evrende şu ya da bu biçimde somut olarak bulunan varlıkları tanımlar. Yani, hukuk alanında kalarak tartışabilmemiz için tartışacağımız ilişkinin, toplumsal yaşamda hukukun tanımladığı biçimiyle kişi ile başka bir kişi ya da kişi ile eşya arasında kurulmuş olması gerekir.

Şimdi soru şu: Yasak, toplumsal yaşamda kimler arasındaki hangi ilişkiyi düzenliyor? Yanıt: Düşünceyi üreten, dile getiren, sözlü ya da yazılı yayan, basıp çoğaltan ve dağıtan, kitaplığında veya diskoteğinde bulunduran ‘kişi’ ile düşünce arasındaki ilişkiyi düzenliyor; ‘kişinin’ yasaklanan düşünce ile ilişki kurmasını engelliyor ve ilişki kurulmuşsa bu ilişkiyi kuran ‘kişiyi’ bu eylemi nedeniyle cezalandırıyor.

Düşünce ile yasak arasındaki ünsiyeti hukuk alanında tartıştığımızda, düşünceyi ‘eşya’ tanımıyla evrende var olan somut bir varlık olarak ele almış oluyoruz (ki öyledir) ve toplumsal ilişkilerin hangisinde ne ölçüde ve hangi biçimde serbestçe dolanabileceğine karar veriyoruz. Ne var ki, kararımızı  düşüncenin maddesel gerçekliğini esas alarak vermiyoruz; düşüncenin anlamsal içeriğini esas alarak veriyoruz. Yani düşüncenin maddesel gerçekliğiyle anlamsal içeriğini aynılaştırmış oluyoruz.

Maddesel gerçekliği göz ardı edilen düşünce, maddesel gerçekliğinden arındırılmış söylem haliyle hukukun tanımladığı biçimiyle ‘eşya’ olarak belirlenemez, yani toplumsal ilişkilerin konusu (tarafı) olamaz. Düşünceyi kendi maddesel gerçekliğinde ele almayan, maddesel gerçekliğinden arındıran anlayış düşünceyi onu üreten, gözle görülür hale getiremese de çeşitli biçimlerde görselleştiren, sözlü ya da yazılı araçlarla duyulur, okunur ve iletilebilir kılan, benimseyen, tekrarlayan, ileten vb. kişilerin somutluğuna, beynine sabitler.  Böylece maddesel gerçekliğiyle değiştirilemeyen, yok edilemeyen düşünce, anlamsal içeriğiyle toplumsal yaşamda kurulan ilişkinin somutluğunda beynine sabitleştirilen kişilerin gerçekliğinde biçimlendirilir, hapsedilir, bastırılır, yasaklanır. Bu durumda düşünce özgürlüğü kavramı da düşüncenin bizzat kendisinin maddesel  gerçekliğiyle ele alınması yerine anlamsal içeriğiyle beynine sabitlediğimiz kişinin gerçekliğiyle özdeşleştirildiği bir süreci ifade etmekten başka bir anlam taşımaz. Bu süreçte maddesel gerçekliğiyle var olan düşüncenin kendisine yapamadığımızı ama yapmak istediğimizi onu gerçekliğiyle özdeşleştirdiğimiz kişiye yapabilmenin meşruiyet yolunu açmış oluruz.

Düşünce ile yasak arasındaki ünsiyeti toplumsal yaşamda kurulan ilişkiler zemininde, yani hukuki düşünce çerçevesinde irdelemeye kalktığımızda hukuki düşüncenin dışına sürükleniriz. Bu nedenle düşünce ile yasak arasındaki ünsiyeti hukuk alanında aramak hukuka özgü bilimsel düşünceye aykırıdır.

Nihayet, düşünce ile yasak arasındaki ünsiyeti, düşünceyi her tür toplumsal ilişkiden bağımsız olarak, herhangi bir toplumsal ilişkinin kurulması gerekmeksizin maddi gerçeklik kazanan bir somutluk olarak ele alabileceğimiz bir zeminde de irdeleyebiliriz: Düşünce ile yasak arasındaki ünsiyeti insanın toplumsallaşma sürecini irdeleyerek incelemenin en doğru bakış açısı olduğunu düşünüyorum.

Diyorum ki, toplumsallaşma ya da ‘toplumsallaştırılma’ sürecinde insan bireyi olarak bizlerin sahip olduğu doğal yetilerimiz kendi özgünlüğümüzden kopartılarak değiştirilmiş ya da başkalaştırılmış biçimiyle ‘birlikte toplumsal yaşam’ kurgusunun temeline oturtuluyor. Bizler bu süreçte bireyselliğimizi belirleyen özgünlüğün dışına itiliyoruz; yabancılaştırıldığımız doğal yetilerimizi toplumsallaşmış halimizde izliyoruz.

Oysa düşünce  doğmakla elde ettiğimiz bir yetidir, yetenektir. Toplumsallaşma doğal yetilerimizi, yani özgürlüğümüzü sınırlamamalıdır. Aksine, toplumsallaşmanın doğal yetilerimizi, bu arada düşünce üretebilme yeteneğimizi hiçbir kısıtlamaya, sınırlamaya tabi tutmadan kendi maddi manevi varlığımızı dilediğimizce geliştirebilmek için özgürce kullanabileceğimiz bir birlikte toplumsal yaşamı gerçekleştirmeye yönelik kurgulanması gerekir. Toplumsallaşmanın temel taşı doğal yetilerimizi hiçbir sınırlamaya, kısıtlamaya tabi olmadan özgürce kullanacağımız toplumsal ortamın yaratılmasıdır.

Düşünce üretmek doğal bir yetidir, toplumsallaşma sürecinde sınırlanamaz, kısıtlanamaz. Üretilen düşünce çeşitli biçimlerde maddesel gerçeklik kazanır. Düşünceyi yasaklamaya çalışmak aslında bireyin doğal özgünlüğüne müdahaledir, bireyi kendi yetilerine yabancılaştırmaktır.

Özetle, toplumsallaşma sürecinde doğal bir yetinin ifadesi olan düşünce ile yasak arasında ünsiyet kurmaya yönelik anlayış aldatıcıdır, bu tür anlayışa  dayanan siyasi çizginin toplumsal zemini meşru değildir. Ünsiyet  bireyin düşüncesi ile yasak  arasındaki ilişkide aranmaz: Ünsiyetin, bireyin düşünceyi özgürce ve sınırsızca kullanırken gerçekleştirdiği somut eylemle yasak arasındaki ilişkide irdelenmesi gerekir. Somut bir olayda düşünceyi özgürce kullanan birey, düşünceyi kullanırken gerçekleştirdiği somut eylemle bir başka bireyin herhangi bir özgürlüğünü (doğal yetisini)  kullanmasını engelleyebilir, özgürlüğünü yok edebilir.

Düşünce ile değil, düşünceyi kullanırken gerçekleştirilen eylem ile yasak arasındaki ünsiyetin somut olayda mevcut olup olmadığını nasıl değerlendirebiliriz? Bu ünsiyet araştırmasında hangi ölçüte başvurabiliriz?

Öncelikle söylenmesi gereken şey şudur: Ölçüt asla düşüncenin içeriğine göre belirlenmez, düşüncenin içeriğine göre bir değerlendirme yapılamaz. Yani düşüncenin bizzat kendisine bir sınırlama getirilemez, düşünce ile yasak arasında ünsiyet sorgulaması yapılamaz. Ölçüt şu sorunun yanıtında aranmalıdır: Somut bir olayda, düşünceyi kullanarak  somut bir eylem gerçekleştiren kişi bu davranışıyla bir başkasının  özgürlüğünü kullanmasını engelleyen, özgürlüğünü sınırlayan, tehdit eden, yok eden mevcut ve açık bir tehlike oluşturuyor  mu, oluşturmuyor mu? Eğer oluşturuyorsa o kişi söz konusu eylemi (davranışı) nedeniyle cezalandırılabilir. Ancak kişi eylemde kullandığı düşüncesinin içeriği nedeniyle cezalandırılmaz; düşüncesini kullanırken gerçekleştirdiği eylemin somut, mevcut ve açık bir tehlike oluşturması nedeniyle cezalandırılabilir.

Yani ünsiyet düşünce ile yasak arasındaki bir incelemenin konusu olamaz. Ünsiyet, düşünce kullanılırken gerçekleştirilen eylem ile yasak arasında irdelenir. Ve yasak, toplumsal yaşamda bir başkasının özgürlüğünü somut bir olayda tehlikeye sokan kişi ile olaya maruz kalan kişi arasında kurulan ilişkiyi düzenler: Bu tür ilişkiyi kuracak eylemi yasaklar ve yasaklanmış eylemi gerçekleştiren kişi için cezai bir yaptırım öngörür. Ancak tekrarlayayım, cezai yaptırımın nedeni düşüncenin içeriği değil, düşünceyi kullanan kişinin gerçekleştirdiği somut eylemin niteliğidir.

Bu arada kimileri ‘mevcut’ tehlike yerine ‘yakın tehlike’ diyorlar; bu söylem doğru değildir. ‘Mevcut’ kavramı hemen, anında engellenmezse gerçekleşecek ya da engellenemediği için gerçekleşen tehlikeyi tanımlar. Doğaldır ki, bu konuda özetle belirttiğim değerlendirmeyi ancak yargı organı yapabilir. Başka hiçbir kurumun böyle bir değerlendirmeyi yapma, karar verip yaptırım uygulayabilme yetkisi yoktur. Ve yargılama sürecindeki yargılama faaliyeti sadece somut olaydaki şu maddi gerçeği saptamaya odaklanır: Somut olayın kendine özgün somut koşullarında gerçekleşen eylem o olayda somut olarak mevcut ve açık bir tehlike oluşturmuş mudur?   

Özetle hiçbir düşünce içeriği nedeniyle kısıtlanamaz; düşüncenin üretimi, açıklanması, yayılması, yaygınlaştırılması, hayata geçirilmesi sürecinin hiçbir aşamasında ‘düşüncenin özgürlüğü’ hangi gerekçeyle olursa olsun kısıtlanamaz, sınırlandırılamaz.

Düşünce özgürlüğünü ‘Propaganda sayılmayan, ‘Şiddet içermeyen’, ‘Kutsalları ya da toplumsal değerleri aşağılamayan’, ‘Hassasiyetleri dikkate alan’, ‘Nefret ve ayrımcılık içermeyen’ ‘Eleştiri sınırları içinde kalan’ vb. gibi ‘masum(!) düşünce kalıplarında’ arayan görüşler bilimsel düşüncenin ürünü değillerdir. Düşünce özgürlüğü alanında, düşüncenin sınırlandırılmasını, kısıtlanmasını, yasaklanmasını savunanlar ile düşüncenin özgürce kullanılmasını savunanlar arasındaki mücadelede ‘uzlaşma’ yolları arayan görüşler her durumda yenilgiye mahkumdur. Özellikle düşüncenin topyekün saldırı altında olduğu dönemlerde düşünceyi hedef alan güçlerin tuzağına asla düşmemek gerekiyor.

Düşünce ile yasak arasında ünsiyet kuran anlayışın önerdiği birlikte yaşama kurgusu içinde dolanıp kendine uygun bir uzlaşma zemini yaratmaya çalışmak yerine, düşünce ile yasak arasından asla bir ünsiyetin kurulamayacağı ortamı sağlayacak toplum tasarımının nasıl olması gerektiği konusunda tartışmaya  yoğunlaşmak gerekiyor…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...