28 Ekim 2020 00:06

Hükümet yapacak da günahları izin vermiyor

Berat Albayrak

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Dün…

Yaz aylarının başında, hazine bakanınca edilen…

Ekonomide milli bağımsızlığın bir bedeli var. Biz bugün bağımsızlık mücadelesinde taşın altına elimizi değil, yüreğimizi koyuyoruz”.

Şeklindeki iddialı laflara rağmen… Ekonomik verilerin üretimde dışa bağımlılığın aynen sürdüğünü gösterdiğine… Hükümetin ‘milliciliğinin’ karşılığının olmadığına dikkat çekmiştik.

Bugün de…

Bütün bir yazı kurları düşürme savaşı ile geçiren hükümetin şimdi, ‘Kurun düzeyi bizim için önemli değil’ demesine bakacağız.

Hükümetin bu söylemi, ‘Ucuz TL, köklü bir ekonomik devrim’ diye propaganda ediliyor.

Bu propagandanın tezi şu: Döviz pahalı olunca ithalat duracak, ithal edilen ürünler Türkiye’de üretilecek, sonuç; ‘Değersiz TL değerli ekonomi’ olacak.

‘Böyle devrim mi olur’, ‘Buna devrim mi denir’ tartışmasından önce…  

Şu sorulara yanıt arayalım: Değersiz TL içeride üretimi teşvik için yeterli mi? Ucuz TL dışarıdan satın alma (ithalat) yerine dışarıya satışı (ihracat) önceleyen bir üretimi otomatikman getirir mi?

BU HESABIN MANTIĞI NE?

İddianın mantığını basit bir dille ortaya koyarak başlayalım.

Diyelim ki 1 avro 5 TL! Kur bu düzeydeyken 100 TL’lik bir gömleği İtalyan bir firma Türkiye’den 20 avro vererek satın alabiliyor.

Eğer 1 avro 10 TL olursa (ki bu düzeye az kaldı)… Bu durumda İtalyan firma aynı gömleği 10 avro vererek satın alabilecek. Gömlek İtalyan firma için yarı yarıya ucuzlamış olacak.

İddia odur ki bu ucuzluk dışarıya satışları patlatacak.

Diyelim ki bu gömleğin üretiminde 10 avroluk ithal kumaş kullanılıyor. Avronun 10 TL olduğu durumda kumaşın fiyatı gömleğin fiyatına yani 100 TL’ye denk gelecek.

İddia o ki kur yükselişi, örnekte görüldüğü üzere, dışarıdan satın almayı pahalı hale getirdiği için ülkede üretim cazip hale gelecek.

Söz konusu iddialar bile, istenen sonucun otomatikman gerçekleşmeyeceğini gösteriyor aslında. Gerçekleşmesi için iki temel zorunluluğun hayat bulması gerektiğini anlatıyor.

Birincisi… Kurun ucuzluk getirip ihracatı artırması için ithal girdi oranın düşük olması gerekiyor.

İkincisi, ithal girdi kullanmaya devam edip ürüne zam yapmak yerine (Yani örnekteki gömlek üretiminde kullanılan ithal kumaş kurlar yükselince üretim maliyetini artırdığı için 100 TL’lik gömleğin fiyatını 150 TL yapmak yerine) ülkede üretimi tercih etmek gerekiyor.

İthalat yerine ülkede üretimi tercih etmenin iktisattaki adı: İthal ikameci sanayileşme! Bu olmazsa ithalatın azalması ancak ekonomik bunalımı derinleştirir!

***

Teoriye göre…

Ucuz TL’nin ihracatı artırabilmesi kısa vadede olasıdır.

Lakin bunun için ithalata bağımlılığın düşük olması gerekir. Türkiye’de dışarıya satılan ürünlerde ithal girdi oranı yüzde 70’lerde. Demek ki kısa vade söz konusu değil.

(Teorik tartışıyoruz, ihracatın önündeki pratikteki şu engellere hiç girmiyoruz bile: Dünya ticaretindeki daralma. Pandeminin olumsuz etkisi. Türkiye’nin en büyük dış pazarı AB’de işlerin kesat oluşu. Ortadoğu, Afrika pazarlarında Türkiye’ye ambargo uygulanması vs.)

Uzun dönemde ise… İthal ikamesi süreci işlemesi lazım.

Döviz çok pahalı olunca zorunlu olarak ithal ikamesi başlayabilir. Türkiye’de üretmek daha kârlı hale gelebilir. Mobilya gibi eskiden dış bağımlılığı az olan sektörlerde daha kısa sürede dönüşüm sağlanabilir. Otomotiv sektörü gibi dışa marka bağımlılığı olan sektörlerde ise bu çok daha uzun süre gerektirir.

(Bu dönüşümün ihracatı artırması için ülkedeki üretimin aynı kalitede ve ithal üründen daha ucuza gerçekleşmesi gerekir. Ve benzeri başka tartışmalara da girmiyoruz.)

İhracat ve sanayideki ithal girdi bağımlılığı kaçınılmaz bir kader değil sonuçta.

HÜKÜMETİN TIKANDIĞI AÇIK AMA…

Teorik tartışmayı bitirip şu soru ile pratiğe adım atabiliriz: Aynı süreç farklı sonuç getirecek mi?

2017’ye dönelim. Ekonomiyi canlandırmak için düşük faizli bol kredi, bol borçlanma, bol teşvik verildi. Sonucunda sanayi üretiminde yüzde 9’luk ‘büyüme başarısı’ yakalandı.

Başarı hikayesine yol açan yöntem ekonomiyi 2018 ortasına kadar kur-enflasyon sarmalına soktu. Sonra da krize. Ne başarı ama!

2018 krizi mecburen… Hükümeti döviz kontrolü uygulamalarına… Döviz kıtlığından kaynaklanan sorunları aşmak üzere ‘ülkede üretim’ planlarına itti. 2019’da yerli sanayiye teşvik öngören İVME paketi açıklandı vs.

2020’de önce ekonomiyi canlandırabilmek… Sonrasında pandeminin tahribatını aşabilmek için aynı yöntem devreye girdi; Ucuz kredi imkanı sağlandı, şirketlere teşvik verildi, kaynak yaratmak için borçlanıldı, bütçe açığı verildi, sürekli para basıldı.

Günün sonunda aynı tıkanma, aynı sarmal!

Türkiye aslında 2013’ten aynı uygulama aynı sonuçla karşı karşıya.

‘Çözüm paketleri’ birbirinin aynı: Sermaye gruplarına destek yağdırıyor. Devlet bankaları üzerinden bol keseden kredi dağıtıyor. Devleti hızla borçlandırıyor.

Sonuç da aynı: Geçici bir ferahlama ve sorunu ertelemeyi takip eden büyük bir çöküş!

Coşku çöküş, coşku çöküş’ içeren çok maliyetli döngü bu!

Öyle bir maliyet ki… İşsizlik (Pandemi etkisi yok sayıldığında bile) Türkiye tarihinin zirvesinde. Genç işsizlik dünya zirvelerinde. Yoksulluk ağırlaşıyor, borç ve yoksulluk kaynaklı intiharların sayısı artıyor. Gelir eşitsizliği derinleşiyor; büyümenin yüksek olduğu yıllarda dahi gelir dağılımında düzelme yaşanmıyor.

Hükümetin uzun bir süredir ‘yükleri ileriye öteleme’, başka bir deyişle ‘pislikleri halının altına süpürme’ pratiği geldi duvara dayandı.

Yöntem değişecek mi?

***

Bazı yandaş yazarlara göre…

Berat Albayrak devrimi için elini değil tüm bedenini taşın altına sokmuştur!’.

‘Yaz boyu akla gelmeyen devrim bir anda mı geldi?’ diye sormayalım… Zira dövizi tutacak cephane kalmadı?

Üstelik yukarıda vurguladığımız gibi uygulanan ekonomi politikası duvara dayandı zaten.

İyi de defalarca duvara toslamasına rağmen hükümet bugüne kadar niye vazgeçmedi?

Parti etrafında kümelenmenin rant aktarımıyla yapıştırıldığı…

Vatandaşların tüketim gücünün kredi ile ayakta tutulduğu, böylece iç pazarda genişlemenin süreklileştirildiği…

Birçok şirketin finansmana kolay erişebilme sayesinde var olduğu…

Böylece iktidarın üzerinde yükseldiği bir zemin oluştuğu için… İktidar asla vazgeç(e)medi bu döngüden!

Gel gör ki kriz üstüne kriz zemini aşındırdı. Alternatif arayışını kaçınılmaz kıldı.

HÜKÜMETİN ÇIKMAZI

Diyorlar ki…

Değerli TL fabrikaların kapanması ve o arsalara inşaat rantı amaçlı projelerin yapılması demektir”.

Kurlar yükselip TL değersizleşince hükümet rantı beslemekten vaz mı geçecek?

İnşaat ve enerji ihaleli rant dağıtımı tam gaz sürerken… 

Pandemi ve kriz nedeniyle millet yoksulluğun pençesinde kıvranırken dahi kesintisiz dönen, toplumsal birikime el koyan bu çark durdurulacak mı?

Kriz, pandemi, afet demeden ihale istikrarını bozmayan hükümet mi durduracak bu çarkı. Tabi ki hayır!

Bundan vazgeçmiyor da yatırım mı yapıyor. Hayır!Onun yerine yine, borç arşa varmış olmasına rağmen, hala turizme destek kredisi, Kobilere destek kredisi… Borç, borç, borç.

Bildiği yoldan ilerliyor!

Bunca işsizlik ve yoksulluk varken… Yüzde sıfıra dayanan büyümeyi ateşlemek için eski yöntemleri kullanmayıp uzun soluklu planın bedelini göze alacağını mı düşünelim.

İyi de karşımızda iktidardan düştüğünde… Devlet olanaklarını kaybettiğinde, akvaryumdan çıkarılan balık misali sonunun geleceğini bilen bir iktidar var.

2023’ü gözden çıkaracak bir sabır imkansız!

Uluslararası ortam kolaylık mı sağlıyor peki? Ne gezer; uluslararası ticaretin canlanması yakın dönemde beklenmiyor.

Elde petrol gibi, satıp bol para kazandıracak… Yoksullara, orta vadede üretimi güçlendirecek sektörlere gelir aktarımı sağlayabilecek bir rezerv var mı?

O da yok!

Bu şartlarda “yeni kalkınmacılık” mı dediniz?

Hiç inandırıcı değil!

Ortada IMF’nin de tavsiye edebileceği bir enstrüman var sadece; ‘Paranızın değerini düşür ki açığınız kapansın’ mantığı.

Bu enstrümanın da… Şirketlerin bunca borçlu olduğu durumda bedeli, işsizlik, ücret erimesi ve yoksulluğun katmerleşmesi olur.

Olacak da nitekim!

BUNLARA DOKUNMADAN OLUR MU HİÇ?

Türkiye ekonomisinin krizlerini kapitalist işleyişin kaçınılmaz yasalarının yanı sıra iki unsur daha tetikliyor.

Birincisi, hiç azaltamadığı sanayi, pazar ve finansal açıdan dışa bağımlılık.İkincisi ise iktidarın uyguladığı (Rant, sürekli savaş ve gerilim politikasını da içeren) icraatlar.

Bunlara dokunmadan atılacak zorunlu birkaç adım çözüm değil, krizin bedelini topluma daha çok havale edilerek yol alınmasını sağlar sadece! 

Peki ya iktidarın yapamaz, bütünlüklü bir programı yok dediğimiz ‘Kalkınmacılık’ olsaydı devrim mi olurdu?

Bu sorunun yanıtı da tartışmanın gündemi olmalı tabi!

Gündem edeceğiz de!

 

Devam edecek.

Yarın: Elde var diklenmek ve emek üzerinde tam dikta!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...