24 Ekim 2020 00:19

Genişleyen ve daralan zamanlar

Kablolar

Fotoğraf: Mimaroğlu belgeselinin basın görseli

Paylaş

Türkiye sinemasında 2000’li yılların başındaki yükselişin yatıştığı, gişe tarafı büyük bir krize girerken, ‘sanat sineması’nın da heyecan vermekten uzaklaştığı bir dönemde belgesel sinema ferahlık veriyor açıkçası. Son birkaç ay içinde çeşitli vesilelerle izlediğim “Maddenin Halleri”, “Kuyudaki Taş”, “Ah Gözel İstanbul” ve “Mimaroğlu” gibi yapımlar Türkiye’de belgesel sinemanın estetik olarak katettiği mesafeyi açıkça gösteriyorlar. Ki izleyemediklerim hakkında da benzer şeyler duyduğumu eklemeliyim.

Belgesel sinema konusunda kendimi uzman saymam ama hasbelkader film eleştirmenliğinin getirdiği bir sorumlulukla takip etmeye çalışırım. Son yıllara kadar Türkiye belgesel sinemasının hikaye açısından zengin ama estetik açıdan fakir bir sinema olduğunu düşünüyordum açıkçası. Ancak özellikle son yıllardaki cesaretli işler, risk alan ve belgeseli bir tür ‘sosyal sorumluluk projesi’ gibi algılamayan yönetmenler, işini bilen yapımcılar sayesinde kalitenin oldukça arttığını söylemek gerekiyor.

Bugün peş peşe izlediğim ve çok farklı zamanları, insanlar ve hatta kentleri anlatıyor olsalar bile izlerken aralarında tuhaf bağlantılar bulduğum, zamanı hem genişletip hem daraltan, bazen de birbirinin içine geçiren iki belgeselden bahsetmek istiyorum: “Ah Gözel İstanbul” ve “Mimaroğlu”.

Merve Kayan ile birlikte “Bu Sahilde” belgeselini, “Şimdi Herkes” adlı kısa filmi ve “Mavi Dalga” adlı uzun metraja imza atan Zeynep Dadak, 350 yıllık bir yolculuğa çıkarıyor seyirciyi. 1637-1695 yılları arasında yaşamış Ermeni aydını Eremya Çelebi Kömürciyan’ın İstanbul hakkındaki metinlerinden yola çıkan Dadak, Kumkapı açıklarından başladığı yolculuğunu kentin en önemli duraklarına uğrayarak sürdürüyor. Kömürciyan’ın kaleminden dökülenleri zamansızlaştırıyor Dadak, Görüntü Yönetmeni Florent Herry de kamerasını omzuna yükleyerek kentin içinde bir gezintiye çıkartıyor sanki seyirciyi. Herry’nin kamerası bugünün kentinin içinde gezip, ona çoğu zaman tepeden bakarken üzerinde oturan ‘hayalet’in gözünden izliyoruz sanki etrafı bizde. Bu özellikle metinde anlatılan mekanlara mesafe koymamızı sağlıyor. Bu mesafe, yerinde duran ya da yerinde yeller esen tarihle ilgili ‘aşırı tepkilerin’ de önüne geçiyor belki. Kameranın mesafesi bununla da kalmıyor, kente de mesafe alıyor çoğu zaman. Reha Erdem’in “Hayat Var”ında yaşadığımız İstanbul’un en iyi denizden göründüğüne dair his burada da çıkıyor karşımıza. Biz de o teknedeki meraklı seyyah gibi uzaktan kente bakıp bir an önce içine dalmak istiyoruz ama kaybolmamak için bir kameranın mesafesine ihtiyaç duyuyoruz.

Zeynep Dadak, yüzlerce yıl önce yazılmış ama hâlâ yaşayan bir metinden, kentin yaşayan mekanlarını, hayalete dönen suretlerini seçip çıkarıyor önümüze. Bu kadar az malzemenin kaldığı kentte, bu yokluğu metinler, kente dair konuşanlar ve kamerasıyla kapatıyor.

Dadak’ın tersine “Mimaroğlu”nun Yönetmeni Serdar Kökçeoğlu’nun sorunu ise malzeme bolluğu belli ki. Kökçeoğlu da ’60’lı yıllarda Türkiye’den Amerika’ya göç eden efsanevi Elektronik Müzik Bestecisi İlhan Mimaroğlu ile hayat arkadaşı Güngör Mimaroğlu’nun hikayesini anlatırken zamanı dar bir yere sıkıştırmaya çalışıyor sanki. İlhan Mimaroğlu’nun gittiği her kentte gerçekleştirdiği kayıtlar ve fotoğrafları filmin büyük bir bölümünde görüntü olarak kullanan yönetmen, ses bandına da müzisyenin birbirinden ilginç eserlerini yerleştiriyor. “Mimaroğlu”nun dikkat çeken ilk yönü işçilik. Belli ki birçok görüntü ve müziğin arasında anlatılmak istenen hikayenin ruhunu ortaya çıkarmak için çok hassas bir çalışma yürütülmüş. Bunun için de gerekli olan şeyi anlattığınız kişinin/ kişilerin dünyasını çok iyi bilmeniz ve asıl olarak nasıl anlatacağınızdan emin olmanız gerekiyor. Kökçeoğlu, İlhan ve Güngör Mimaroğlu’nun Türkiye’den ayrılıp ABD’ye yerleşme süreçlerinden itibaren arka fonda ABD, Türkiye ve dünyada olup bitenleri yerleştiriyor. Ama bunu yalnızca bir fon olarak değil, adamın müziğinde ve kadının eylemlerinde hayat buluşuyla da sızdırıyor belgeselin içine… Karakterlerin politik ya da gündelik hayatlarına dair tutumlarının açmazlarını da göstermekten sakınmadan üstelik. Karakterlerine karşı bir his üretmemekte ısrar etmesi, mesafesini koruması da soğukkanlı bir anlatı çıkarıyor ortaya.

“Mimaroğlu”, 1960’lardan bugünlere uzanan onca yaşanmışlığı gösterdikten sonra bile zaman akmamış gibi hissettirmeyi başarıyor. Hikaye bir tragedya gibi karakterimizin başladığı yere geri dönmesiyle bitiyor belki ama zaman da karakter de havada asılı kalmış gibi duruyor sanki!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...