11 Ekim 2020 00:51

Corona gerçeklerinden 10 Ekim’e; ‘ulusal çıkar’ın alameti farikası!

10 Ekim Ankara katliamı aileleri insan zinciri oluşturdu

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Bilinen sözdür; gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Geçtiğimiz hafta içinde Sağlık Bakanı’ndan gelen ve ‘skandal’ niteliğindeki açıklamalar da aslında çoğu insanın tahmin ettiği, sezdiği bir gerçeğin resmen itirafı oldu. İktidarın pandemi sürecini nasıl “başarıyla” idare ettiğinin “sırrı” da ortaya çıktı böylece. Meğerse ‘asemptomatik vakalar’ hasta kategorisinden sayılmıyormuş! Corona virüsü taşıyıp da semptom göstermeyenler hasta değil de ‘vaka’ oluyormuş. Sadece semptom gösterenler hastaymış.

‘Büyük başarı’ diye gözlerimize sokulan o rakamlar, tıp literatürünü göz göre göre terse yatıran özgün bir başarının göstergesiymiş. Rakamlarla, istatistiklerle oynayıp gerçeği gizleme başarısı! Şaşırdık mı peki? Asla. Başta TTB, inanırlığı olan bütün uzmanlar, gerçeğin yansıtılan o rakamların çok ötesinde olduğunu söylüyorlardı zaten. Bu itirafla Corona vakalarının resmî olarak açıklanandan kat kat fazla olduğu da bir bakıma teyit oldu.

Burada şaşırılacak bir şey varsa o da ‘hasta’ ile ‘vaka’yı farklı kategorilerle açıklama yaratıcılığıdır! Gerisi bilinen hikâye; rakamların efendileri iş başında!

‘VERİMLİ Bİ ALET...’

Bilinen ve aslında üzerinde durulması gereken esas hikâye ise yine Sağlık Bakanı’ndan geldi. Semptom göstermeyen Covidlileri hasta saymamayı, ‘ulusal çıkar’ ile gerekçelendirdi sayın Bakan. Ulusal çıkarımız gerçek hasta sayısını vermemeyi gerektiriyormuş yani. Buna şaşırdık mı? Tabi ki hayır.

Ama sözkonusu yaratıcılığın ‘ulusal çıkarlar’ca  tetiklendiğini öğrenmek önemli yine de. E sorumluluk böylesine ‘ulusal’ boyuttaysa (ki içinde ‘beka’dan ‘milli ve yerli’liğe kadar bir dizi ulvi vizyon ve değerler barındırıyordur mutlaka) rakamların lafı mı olur!?

Her kapıyı açan maymuncuk misali, oldukça geniş bir kullanım alanı var bu  ‘ulusal/milli çıkar’ denilenin. Döneme, koşullara göre değişik muhtevalarla kullanılabilen gayet efektif bir argüman. Cem Yılmaz’ın bir filmde dediği gibi; “çok verimli bir alet şu vidyo”! Aynen öyle. Her sıkışıldığında (aslında sıkışmak da gerekmiyor) “ulusal, milli, yerli çıkar” söylemi... Gerçek hasta sayısının açıklanmaması ‘ulusal çıkar’ koşuluysa, anlamak zor olmasa gerek o ‘çıkar’ denilenin alameti farikasını.

HERKESİN ÇARKI BAŞKA DÖNÜYOR

Vatandaşına beş maske bile dağıtamayan bir iktidarın yaşama dair toplam hassasiyetini ancak böyle rakamlarla oynayarak gösteriyor oluşunun ‘ulusal’ değil de başka çıkarlarla ilgili olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Sorsan ‘çark dönsün diye’ açıklarlar. Ama o döndürülen çarkın içinde dönen ve gözlerden gizlenen ölüm ve yalan çarklarının herkesin payına aynı şeyleri düşürmediği açık.  Yani hiç de ‘ulusal’ olmayan kategorilerle haşır neşir olan çarklarla karşı karşıyayız aslında.

Corona dolayısıyla daha bir çarpıcılaşan ‘sınıfsallıklar’ ortada. Yoksulları daha çok vuran ölüm çarkının, işçileri emekçileri savunmasız bir şekilde salgının pençesine iten üretim çarkının aynı ‘ulusal’ bağlama denk düşmediği açık.

Ama iktidar aklıyla hayat ve gerçekler başka algı, kurgu ve hesapların konusu oluyor tabi. Buradan bakınca, pandemi süreci bir tarafa, kayyımlar atanan seçilmiş belediyeleriyle birlikte, HDP’nin muhasara altına alınması da ‘ulusal çıkar’la ilgilidir mesela. Ama günümüzle de sınırlı değil; ‘ulusal çıkar’ denilenin Türkiye’nin siyasal tarihinde her dönem özgün bir yeri oldu. Neler neler vardır o heybenin içinde. 20’lerin Topal Osman’larından 90’ların domuz bağlı Hizbullahçılarına; 70’lerin Çatlı ve Ağca’larından 12 Eylül zulmüne kadar... Her biri kendi döneminde malum ‘ulusal çıkar’ babında ‘işlem’ gördü.

10 EKİM: BİR KANLI DURAK

5 yıl önce 10 Ekim’de halkların emek ve barış mücadelesinde yitirdiğimiz 103 kardeşimiz, yoldaşımız, dostumuz da zamanın ‘ulusal çıkarı’ diye kurgulanmış bir tuzağın içinde koparıldılar aramızdan.

IŞİD’li katillerin 5 Haziran’da, 20 Temmuz’da, 10 Ekim’de patlattıkları bombalar sonrasında, dönemin başbakanı “oylarımız yükseliyor” demişti. Katliamları organize eden ve adım adım izlendikleri sonradan ortaya çıkan bombacı alçaklar için “öfkeli gençler” denilmiş, “Kendilerini patlatmadan nasıl yakalayabilirdik ki?” mealinde açıklamalar yapılmıştı. Ortada bir ‘çıkar’ vardı demek ki! 7 Haziran’da kaybedilen ve “milli irade” ismiyle pazarlanan oy çoğunluğu, 1 Kasım’a doğru böylesine ‘şiddetle’ sağlanmıştı yeniden.

Bir kanlı duraktı 10 Ekim; bıçak keskinliğinde, acımadan, kanırtarak içine sokulduğumuz  korku tünelindeki kaoslu yolculukta... Sürüyor hâlâ o yolculuk. Türkiye 10 Ekim 2015’ten bu yana daha yaşanası bir yer olamadı maalesef...  

Daha da büyüyen sarayların haşmetli gölgesinde kalan ‘kulübeler’ daha bir görünmez, daha bir nefessiz kaldı...

Barış, özgürlük ve elbette ekmek daha da azaldı.

Ama önceki yıldönümlerinde de yazıldı bu köşede:

Kendisi bir sufi, Muhammed İkbal, ‘Zaman sana uymazsa sen zamana uy’ diyen tasavvufçulara, ‘Zaman sana uymazsa, sen zamanla savaş...’ diye itiraz eder!

Zamanla savaşmak gerek; bunun dışında bir ‘kerameti’ yok insanın.

Yoksa, bırakın başka şeyleri, kaybettiklerimize dair acılarımız, hatıralarımız yer yutar bizi, toz olur gideriz...

Arkadaşlarımızın yokluğu ‘yaşamak ağrısı’ gibi asılıyken boynumuzda, “emek, barış, özgürlük” demek dışında, ne diyebilir ki dilimiz, ne yazabilir elimiz?!

Bırakalım, gerçekleri gizlemeyi gerektiren ‘ulusal çıkar’lar kimi bağlarsa bağlasın.

Halkın kandırılmadığı, sağlıklı, adil, özgür bir hayattan yanadır, varsa bir ‘çıkarımız’!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...