26 Eylül 2020 23:30

Şiddet üzerine bir deneme

çevik kuvvet yürüyor

Fotoğraf: Ev/Unsplash

Paylaş

İnsan hallerine ilişkin çeşitli öyküler anlatılır. Benim bu öykülerden en çok beğendiğim, on binlerce yıllık bir söylentiyi, söylenti dallanıp budaklanıp günümüzdeki anlatımların hayret verici çeşitliliğine ulaşmadan önceki saf haliyle aktaran huzur ve güven toplumunun kurucu atalarının barışsever girişiminin öyküsüdür.

Öyküye göre, doğanın evrimi, türlerin evrimi, o evrim süreci, bu evrim hali derken evrimin bilişsel devrim anı gelir, insan türünün bireyleri biyolojik sınırları aşıp, genetik kodlamaların esaretinden kurtulmaya karar verebilecek yetilere sahip olurlar; ve fark ederler ki, kaderleri, yani geleceklerinin akıbeti, yani “ne olacak bizim halimiz?” sorusuna verilebilecek yanıtın gerçekliği tür bireylerinin hemen herkesin ortak kabulü ile belirlenecek bir toplumsal yaşam kurgusu çerçevesinde birlikte yaşamaya ikna edilebilmelerine bağlıdır. O tarihsel süreci yönlendiren türümüzün kurucu akil ataları ve fikir arkadaşları, rivayet olunur ki biyolojinin esaretinden o kopuş anını, “Dostlar… günü geldi, kendi kaderimizi bizzat kendimiz belirleyeceğiz. Hepimiz, şimdiki anımızı iç huzurumuzla, güven içinde yaşarken, geleceğimizi bugünün koşullarını da aşarak ilerilere taşıyacak bir topluluğun kültürel temellerini atıyoruz, toplumsallaşıyoruz, yeni bir toplumsallaşma biçimi yaratıyoruz; artık topluluk olmanın çerçevesini belirleyen biyolojik prangaları parçalıyor, topluluk olmanın kültürel değerlerini ikame ediyor, kendi türümüzün farkını, farklılığını, yegâneliğini, üstünlüğünü ilan ediyoruz. Artık bizi bir araya getiren şey biyolojinin bize dayattığı bir toplumsal birlikte yaşama biçimi olmayacaktır; bundan böyle bizi bir araya getiren toplumsal birlikte yaşama biçimini bizzat kendimiz tasarlayacağız, kendimiz kurgulayacağız, kendimiz çeşitlendirip renklendirerek doğaya salıvereceğiz. Biyolojik toplumsallık son bulsun, yaşasın toplumsal, kültürel toplumsallık…” söylemiyle resmileştirmişlerdir. Ve o anın toplumsal toplumsallaşma dürtüsünün coşkusuyla öncelikle tür bireylerinin sahip oldukları fiziki gücün toplumsallaştırılmasına karar verilmiştir. Yine rivayet olunur ki, Afrika’yı da kapsadığı halde ‘Afrika Ötesi Topraklar Sapiensler Arası Sözleşme’ diye anılan ilk ‘namus sözü mutabakatıyla’ Sapiens bireyinin sahip olduğu biyolojik temelli fiziki gücüne kültürel olarak meşruiyet tanınmamış, ‘birlikte yaşamayı tasarlayan hangi tür toplumsal yapı kurgusu söz konusu olursa olsun bireysel gücün ihtilafların çözümünde, haklılığın/haksızlığın saptanmasında, olması gerekenin yapılması/olmaması gerekenin önlenmesinde kullanılması yasaklanmıştır. Meşruiyeti ortadan kaldırılan biyolojik temelli fiziki güç yerine biyolojinin bilmediği, tanımadığı, varlığından bile haberdar olmadığı kültürel bir güç, kamu gücü ikame edilmiştir. Bireyin fiziki gücü yerine kamu gücünün ikamesi Sapiens’in toplumsallaşma hamlesinde bireyin biyolojik bir yetisinin kültürel boyutta farklılaştırılarak toplum yapısının temeline yerleştirildiği öncü girişimlerden biri olarak kabul edilir.

Gerçi o ilk ‘namus sözü mutabakatı’ ciddi, derin tartışmalara konu oldu. Örneğin bireysel güce meşruiyet tanımamanın istisnaları olması gerektiği vurgulandı; bugünkü kavramlarla ifade edersek, öz savunma, doğayla ve diğer türlerle mücadelede, insanlık yararına kullanımlarda, insanlığa karşı işlenen suçları önleyebilmede vb. serbestlik altı çizilerek vurgulandı. Aynı şekilde, kamu gücünün ne olduğu ya da olması gerektiği, kamu gücünü kimin hangi durumlarda kullanacağı, fiziki gücünün meşruiyeti yok sayılan bireyin kamu gücüne nasıl erişebileceği, ulaşabileceği gibi konular dile getirildi. Rivayetlere dönersek, o tarihsel süreci yönlendiren türümüzün kurucusu akil atalarımız ve fikir arkadaşları bu gibi tartışmaları, “Dostlar bu konuları ileride, toplumsal birlikte yaşama tasarımı geliştirenler öneri ve çözümleriyle tartışmaya sunarlar; biz şimdilik ana ilkemizi belirleyelim: Biyolojik temelli topluluk olarak birlikte yaşamaktan çıkıyor, kendi kaderimizi elimize alıp birlikte yaşayacağımız toplumun kültürel temellerini atıyoruz. Biyolojik temelli yetilerimizi toplumsallaşmamızın ana eksenine oturtuyor, bu yetilerimizi kültürel anlamlarla yeniden renklendiriyor, toplumsal birlikte yaşama tasarımının sorgulanamaz, dokunulamaz ögeleri haline getiriyoruz. Türümüzün biyolojik bireyi üzerinde toplumun toplumsallaştırılmış yurttaşlarını inşa ediyoruz” diyerek ötelemeyi becerdiler.

İnsanlık hallerine ilişkin anlattığım rivayetlere dayalı öyküyü pek beğenirim. Sonrasında ne oldu? diye soranlara şöyle söyleyebilirim:

O günden bugüne kendi ve kendi gibi olanların güçleri dışında tüm güç kullanımlarının yasaklanmasını isteyenler ve iktidar oldular mı bunu tek meşru zemin ilan edip uygulayanlar, kendilerini kamu gücünün sahibi, kullanıcısı olarak kabul ettirenler vs. vs. tarihsel/kültürel sürecin toplumsallaştırıcı zebanileri olarak boy gösterdiler, bir yere ulaşılamadı. Şiddet her zaman iktidar oldu.

Tarihsel sürecin bir aşamasında kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükselen burjuva demokrasisi soruna en etkili çözümü getirdiğini ileri sürdü: Öz savunma gibi kanunun belirlediği istisnai durumlar dışında hiç kimse hakkını elde etmek, hakkına ulaşmak, hakkını kullanmak, hakkını savunmak için bireysel gücünü kullanamaz. Bireysel gücün yerini kamu gücü almıştır. Kamu gücünün kullanımına ancak yargı hükmedebilir. Yani kamu gücüne yargılama faaliyeti sonucunda ulaşılabilir. Yargı kararı bir konuda kamu gücünün kullanılmasına hükmetmişse, kamu gücü devletin güç kullanma yetkisine sahip organları (icra daireleri, emniyet güçleri vb.) gereğini yerine getirirler. Bu çözümün en çarpıcı iki özelliği, kamu gücü kullanma yetkisi olan örneğin polisin yargı kararı olmadan asla bu gücü kullanamaması, kullanmaya yeltenememesi, kullanırsa cezalandırılması ve kamu gücüne hükmeden yargının yapılanmasının, örgütlenmesinin ve işleyişinin bu amacı gerçekleştirebilecek düzeyde olmasıdır. Burjuva demokrasisi bu çözümüyle meşru olmayan şiddet kullanımının önüne geçebileceğini iddia etti. Başarılı oldu mu? Bu çözümü ve gereklerini biz hiç yaşamadık; dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu nerdeyse hiç yaşamadı. Yaşanan çok az örnekte ise, çözüm kapitalist üretim ilişkilerini düzenleyen burjuva demokrasisi temelinde arandığı için, çatışma üretim araçları ve kaynaklar üzerindeki mülkiyet ilişkileri temelinde çıktığında şiddet sorunu konjonktürel bir durum olarak değerlendirildi, görmezden gelindi, ört bas edildi.

Pek beğendiğim insan halleri öyküsüne dönüyorum da, şiddetin temelinde biyolojik toplumsallaşmadan toplumsal toplumsallaşmaya geçiş sürecinde toplumsallaşmayı sadece kendileri ve kendileri gibi sayılanlar dışında kalanların uyduruk kültürel değerlerle yoğrulup toplumun temeline konulmuş biyolojik yetilerinin toplamından ibaret gören ataların günümüze aktardıkları mirası görür gibi oluyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...