05 Temmuz 2020 00:35

Madımak’ta ben olsaydım!

Sivas'ta, 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli'nin yakılması sonucu yaşamlarını yitirenler, katliamın 14. yıldönümünde anıldı.

Sivas'ta, 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli'nin yakılması sonucu yaşamlarını yitirenler, katliamın 14. yıldönümünde anıldı. | Fotoğraf: İsa Sansar/AA

Paylaş

Yıllar önce, öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla yurt dışına öğrenci gönderilmeye başlanmıştı. Öğrenciler yurt dışında doktora programlarına kayıt oluyor ve mezun olduklarında Türkiye’de yeni kurulmuş bir üniversiteye öğretim üyesi olarak atanıyorlardı. Bu programı YÖK yürütüyordu.

Bu programın başlatıldığı dönemde ben Detroit’te doktora öğrencisiydim. Bulunduğum üniversiteye YÖK bursu alan öğrenciler gelmeye başladılar. Bu öğrencilerin hemen hepsi ilk kez ABD’ye adım atıyorlardı. Karşılarına çıkan bu garip kenti anlamakta büyük zorluk çekiyorlardı.

Bir gün bu öğrencilerden birkaçı ile kampüste karşılaştım. Deneyimlerinden ve onlara çok farklı veya garip gelen şeylerden söz etmeye başladılar. İçlerinden biri, Detroit’te çoğunluğu oluşturan siyahların ne kadar geri, Türklerin ise ne kadar ileri derecede zeki olduğuna ilişkin sözler söyledi. Yanlarında, daha önceden tanışmış olmadığım bir başka doktora öğrencisi vardı. O daha da aşırı genellemeler ile siyahların ne kadar zeka yoksunu olduğunu anlatmaya başladı. Konuşmasını sürdürmesine izin vermedim. Yeni gelenlere dönüp, “Siz daha bir ay geçmeden ne kadar ırkçı olmuşsunuz! Bunları nasıl söyleyebilirsiniz?” dedim ve yanlarından ayrıldım. Epey sonra öğrendim ki, aşırı genellemeler ile konuşan öğrenci üniversitedeki dinci örgütlenmenin başını çekenlerdendi. Hiç tanımadığı, konuşmadığı siyahlar hakkında kötü şeyler söylemekten, ön yargılarla yaşamaktan hiç utanmıyordu.

Yıllar geçti. Dünyanın değişik yerlerinde, ön yargılarla yaşamaktan hiç utanmayan ama dindar olmak ile övünen nice insanla karşı karşıya kaldım. Örneğin, Avustralya’nın Melbourne kentinde karşılaştığım bir taksi sürücüsü, benim Türkiyeli olduğumu duyunca yüzünü buruşturmuş ve lafı hızla dine getirmişti. Kendisi Somalili bir müslümandı ve Türkiye’deki müslümanların gerçek müslüman olmadığını iddia ediyordu. Türkiye’de bulunmuş değildi ama söylediklerinden çok emindi. Benim sosyal bilimci olmam, üniversite öğretim üyesi olmam onu hiç ilgilendirmiyor; kafasında bir soru işareti oluşmasına neden olmuyordu. Ayrıldığımızda onun yargılarında bir değişiklik olmamıştı. Türkiyeliler hakkındaki yargılarını bir Türkiyeli ile konuşarak sınayacak değildi.

Yaklaşık sekiz yıl sonra, Barış Akademisyeni olduğum için üniversiteden atıldım. Türkiye’de barış isteyen akademisyenler artık üniversitelere alınmadığı için Kahire’de çalışmaya başladım. Kahire’deki karşılaştığım, gözlemlediğim ve konuşabildiğim birçok kişi, dindar olmaktan çok memnunlardı. Kendilerinden bekleneni, yani iyi bir kul olmayı başardıklarını düşünüyorlardı. Çevrelerindeki yoksulluk, cehalet ve Mısır’ın tepesine çökmüş diktatörlük ile din arasında herhangi bir bağ kurmuyorlardı. Dünyaya gönderilmiş en son ve dolayısı ile en doğru dine ait olmak onlar için çok değerliydi. Bu dine herhangi bir şekilde değmeden yaşayanların deneyimlerini, dünyanın başka yerlerinde bu din olmadan kurulan yaşamları hiç merak etmiyorlardı.

Türkiye’de var olan rejim işte tam da bu zihniyette kitleler üretmek peşinde. “Gözlerimi dünyaya kaparım, vazifemi yaparım!” diyen, gerisini merak etmeyen milyonlar. Eşcinselleri anlayabilmek için zerre kadar çaba göstermeden onlardan nefret edebilen, trans bireylerin öldürülmesinden hiç rahatsız olmayan, yerlerde sürüklenen analardan, öldürülen çocuklardan, ölüm orucundaki avukatların eriyip gitmelerinden hiç rahatsız olmayan dini bütün, büsbütün kitleler.

Sormayan, merak etmeyen, doğru yolda olduğunu, erdemli olduğunu, hatta çok akıllı, çok zeki olduğunu düşünen vicdansız kitleler. “Benim gibi olmayanlar nasıl yaşıyorlar? Bizim gibi olmayanlar neler düşünüyorlar, neler hissediyorlar? Onlar doğruyu yanlıştan nasıl ayırabiliyorlar?” gibi soruları hiç sormayan, kof inanç dolu bir kitle.

Her 2 Temmuz geldiğinde beklentilerin karşılıksız kalması bu nedenle kaçınılmaz. “Madımak’ta kuşatılan ya ben olsaydım!” diye düşünenler, “Ali İsmail Korkmaz gibi dövülerek öldürülen ya benim oğlum olsaydı!” diyebilenler çoğalmadıkça, Türkiye’de çocuklara açık bir ufuk nasıl sunulabilir?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...