29 Haziran 2020 00:33

Liverpool: Yalnız yürümeyenlerin hikayesi

Liverpool'un stadı Anfield'ın giriş kapısında yazan 'You'll Never Walk Alone' (Asla yalnız yürümeyeceksin) yazısı.

Fotoğraf: nathan17/Flickr (CC BY 2.0)

Paylaş

İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, 1984 yılındaki Endonezya ziyaretinde Bandung Üniversitesi öğrencileri tarafından gösterilerle karşılandı. Öğrenciler “Liverpool! Liverpool! Liverpool!” diye bağırıyordu. İngiltere medyası şaşkındı, başbakanları, yabancı bir ülkede bir İngiliz şehrinin adıyla protesto ediliyordu! Yoksa bunlar protestocu değil de son 15 yılda 8 lig, 7 Avrupa kupası kazanmış meşhur futbol takımının denizaşırı taraftarları mıydı? Thatcher böyle düşünmeyi isterdi doğrusu ama Endonezyalı Thatcher karşıtları onu en sevmediği İngiliz şehrinin, aslında ona boyun eğmeyi reddeden bir işçi sınıfı kalesinin adıyla protesto ediyorlardı. Elbette işlerin bu aşamaya gelmesinin arkasında zengin bir tarih vardı.

LIVERPOOL PİRAMİTLERİ (1700-1900)

Küçücük bir sahil kasabasıyken 18. yüzyıl itibarıyla köleciliğin beslendiği en önemli liman şehirlerinden biri haline gelen ve birbiri ardına açılan iskeleleriyle hızla büyüyen Liverpool, sınıf kavgalarıyla da erken tanıştı. 19. yüzyıl her anlamda hareketliydi. Göçler, grevler, isyanlar… Bir yandan “Liverpool’un piramitleri” denilen iskeleler, ambarlar, fabrikalar inşa edilirken onu, kölelik şartlarında var eden işçiler hayatta kalabilmek için savaş veriyordu.

Yüzyılın ortalarındaki Büyük İrlanda Kıtlığı, Liverpool’u yarım milyon İrlandalının göç güzergahı yaptı, bunlardan yüz elli bini kenti mesken tuttu. Böylece şehrin zaten çok uluslu yapısı iyice karışık hale geldi. Artık Liverpool “İngiltere’nin Marsilyası” diye anılıyordu.

Patron takımı, birbiri ardına patlak veren grevleri nasıl etkisiz hale getireceğini biliyordu. İrlandalı, Gal, İskoç, İngiliz, yetmezse Protestan, Katolik… Böl-parçala-yönet taktiği kullanılsa da sürekli bir yerlerden kavga sesleri geliyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Liverpool dünyaya gecekonduları (Jerry-built) armağan edecek kadar büyük bir sefalet şehri oldu. Bu, tersi şekilde kenti sömüren dev bir zenginliğin varlığına delaletti.

Bu arada insanların hayatına futbol girerken 1878’de Everton F.C., 1892’de onun içinden Liverpool F.C. doğdu.

DEVRİMİN VE SAVAŞIN GÖLGESİ (1900-1945)

Lenin, 1910-1914 arası dönem için “Devrimin gölgesi Britanya’nın üzerinde dolaşıyor” derken hareketi başlatan Liverpool’daki grevlerdi.

Liverpool bir yandan geniş İrlandalı nüfusuyla “İrlanda’nın ikinci başkenti” sıfatını alıyor ve haliyle hareketli bir Cumhuriyetçi İrlandalı nüfusa ev sahipliği yaparken bununla iç içe geçen, İrlandalı damgasının güçlü şekilde hissedildiği militan bir işçi sınıfı da öne çıkıyordu. Ancak kritik dönemeçlerde mezhepçilik baskın geliyor ve ileri adımların atılmasını önlüyordu.

1919’daki meşum Kızıl Yaz’da ve 1930’larda görüldüğü üzere kent aynı zamanda karanlık bir faşist harekete sahipti ve burjuvazi, sınıf düşmanını bölmek için ustaca tasarladığı bu kavgada Protestan işçileri kışkırtıyordu. Kentteki bu karşıtlık, 1936 İspanya İç Savaşı’nda kendini gösterdi. Çoğu işçi, içlerinde sendikacı ve kent konseyi üyelerinin de olduğu 200 Merseysidelı “Bugün Madrid yarın Liverpool” diyerek enternasyonal kavgaya katıldı, en az 30’u öldü. Dönenlerden en meşhuru Jack Jones kahraman bir sendikacı olarak şehrin gururuydu.

Kimse dinlenmeye vakit bulamadan 2. Dünya Savaşı başladı. Liverpool, Hitler’in Londra ile birlikte en sık bombaladığı kentti.

YENİ SAHNE, YENİ YILDIZLAR (1955-1979)

2. Dünya Savaşı sonrası her şey biraz daha sakindi. Artık Lenin’in bahsettiği “devrimin gölgesi”nden eser yoktu. 1955’te şehir konseyi ilk kez İşçi Partisi kontrolüne geçecekti ama o kadar. Geçmişin Jack Jones gibi kahramanları da artık “İşçi Partili sendikacılar”dı ve bu, yaklaşan fırtınayla baş etmek için yeterli değildi.

O fırtına öncesinde kent, iki fenomenin şehri yeniden tanımlamasına tanıklık etti: Müzik ve futbol, yani The Beatles ve Liverpool F.C ya da John Lennon ve Bill Shankly.

Yukarıda özetini geçtiğimiz zengin tarihin biriktirdikleri ’60’larla birlikte dünya pop sahnesini ele geçirirken bunlar içerisinde bu yazının nedeni olan Liverpool F.C’nin Teknik Direktörü Shankly, takımın işçi sınıfından oluşan taraftar kitlesini kendine has karakteriyle sosyalizmle bağdaştırıyor, sosyalizme her zaman yakın olan işçi sınıfı politikacılarını ise kulübe yakınlaştırıyordu.

Brian Reade, en sevdiğim Liverpool kitabı 44 Years With the Same Bird’de şehrin işçilikten gelme Milletvekili Dennis Skinner’ın “Shankly takımı sosyalist yaptığından beri ben de Kırmızıyım” dediğini aktarırken bu dönüşüme işaret ediyordu. İşin aslı efsane menajer Shankly’nin sosyalizmden anladığı öyle çok derin şeyler değildi. O basitçe adil, eşit bir dünyaya inandığını söylüyordu ve bunun adını “sosyalizm” koyacak kadar işçi kökenliydi. Yoksa maalesef Shankly, değil sosyalizm futbol dışında herhangi bir şeye dair yeterli bilgi sahibi olan bir insan değildi. Ama içtendi, idealistti, adanmıştı. Takımı kıpkırmızı giyinirse rakiplerin kendilerinden çekineceğini düşünecek kadar iyimserdi. Aslında amaç oyuncularına manevi bir ilham sağlamaktı ve her seferinde bunu çok iyi beceriyordu. Sosyalizm, o ilhamlardan biri ve şehrin karakteriyle en aracısız buluşan ruhtu.

Gerry and the Pacemakers’ın 1963’te bir müzikal şarkısından uyarladığı You’ll Never Walk Alone yani “Asla Yalnız Yürümeyeceksin” bu yüzden Liverpool’a en çok yakışan şarkı ve slogan oldu. Shankly 1974’te ardında değerli bir veliaht (Bob Paisley) bırakarak ayrıldı. Liverpool F.C’nin zirve keyfi sürüyordu, The Beatles çoktan dağılmış, John Lennon, Yoko Ono’yla Working Class Hero, Power to the People, Imagine gibi etkili politik şarkılar yapmıştı.

Aynı dönemde kentte hoşnutsuzluk yeniden baş gösteriyordu. Ülkenin doğusundaki limanların önemi artarken Liverpool’da iş yerleri kapanıyor, işsizlik büyüyordu.

THATCHER SALDIRIYOR, LIVERPOOL DİRENİYOR (1979-1990)

1979’da Liverpool F.C, Hitachi ile imzaladığı sponsorluk anlaşmasıyla formasına reklam alan ilk İngiliz kulübü oldu. Aynı yıl Muhafazakar Margaret Thatcher başbakanlığa geldi. 1980’de John Lennon öldürüldü. Liverpool F.C, mütemadiyen şampiyondu.

Thatcher’la birlikte İngiltere’de işçi sınıfına karşı açık bir savaş başlatıldı. İşsizlik artıyor, emekçi mahalleleri suç, uyuşturucu ve lümpenlikle dolduruluyor, sömürülenleri tüm olumsuzlukların sorumlusu ilan eden arsız bir burjuva politikası “neoliberalizm” adı altında demir yumrukla döve döve yönetiyordu. Bu arada siyahlara ve Asyalılara karşı ırkçılık kışkırtılıyor, Falkland Savaşı’yla tüm bu olan bitenden başı kesilmiş horoza dönen emekçiler milliyetçi salvolarla iyice silahsızlandırılıyordu.

Mark Knopfler’in Why Aye Man’de bir Geordie olarak söyledikleri batı yakasında Liverpool’lular için de geçerliydi: “Maggie’nin çiftliğinde artık iş yoktu.”

Her türlü ekonomik yük işçi sınıfının sırtına yıkılırken Liverpool şehri Thatcher’a direnenlerin başında geliyordu. 1982 itibarıyla şehir, 1919/20’lerin “Yoksulu çiğnemektense yasayı çiğneriz” sloganını kullanan radikal bir İşçi Partisi yönetimine geçti. İşçi Partisi içindeki Troçkist “Militant Tendency” ekibi işin başındaydı. Kavga sertti, “Maggie” Liverpool’un mücadeleci işçi sınıfı geleneğinden nefret ediyordu.

Bu dönemde Thatcher, onun hesabına çalışan sağcı tabloid basın ve Liverpool’un militan tutumunu içten içe küçümseyen ana akım Londra medyası, “holiganizm” sopasını göstererek hem futbolun neoliberal dönüşümü için düğmeye basmış hem de halkı suçlayacak yeni enstrümanlar edinmişti. Kulübün içerisinde olduğu iki stadyum trajedisi, 1985 Heysel ve 1989 Hillsborough paragraf başında adını andığımız kesimler tarafından Kırmızılara mal edilirken utanç verici manşetler birbirini izledi. Bu süreç, İşçi Partisine Liverpool’daki “militan eğilimi” tasfiye etme fırsatı verdi.

Özellikle Hillsborough sonrası polis bültenliği yapan The Sun’ın Liverpool taraftarlarının faciada ölen yoldaşlarının üzerine işediği, ceplerini boşalttığı gibi yalanları sonradan defalarca özür dilense de affedilmeyecekti. Thatcher’a ve medyasına karşı nefret zirveye çıkmıştı. The Sun günde 200 bin sattığı Merseyside’da 12 bine kadar düşmüştü. Liverpool ise, 12 raunt boyunca yediği yumruklara rağmen yere düşmeyen ama kaşı, gözü açılmış bir boksör gibiydi.

Liverpool F.C. 1990’da son kez İngiltere şampiyonu oldu. Devir değişiyordu, Ada’nın kralı artık hiç sevmedikleri Manchester United’dı ve uzun süre öyle kalacaktı.

PREMIER LİG ÇAĞI: HAYAL KIRIKLIKLARI, MUCİZELER (1991-2020)

1995’te Liverpool liman işçilerinin meşhur direnişi başladı. 1997’de Robbie Fowler, Steve McManaman’dan aldığı tişörtü tüm dünyaya gösterek işçilere takımın desteğini ulaştırdı ve ceza aldı. 2001’de kazanılan UEFA Kupası ve Federasyon Kupası 10 yıl aradan sonra kulübün kazandığı dişe dokunur ilk başarılardı. 2007’de kulüp ABD’lilere satıldı. Anfield’ın tarih olması zar zor engellendi.

Liverpool F.C’nin lig şampiyonluğu hasreti 2005’teki İstanbul Şampiyonlar Ligi finali mucizesiyle bir nebze hafiflediğinde “Oradaydım.” Özellikle burada fazla romantize edilen takımlara ön yargılı olduğum için stada girdiğimde tarafsızdım ancak 0-3’lük devre arası sonrası Anfield’de Kop’a denk gelen tribünün başlattığı “You’ll never walk alone” her şeyi değiştirdi. O an Atatürk Olimpiyat Stadyumunda öyle bir hava esti ki, skora rağmen maçın döneceğini çok güçlü bir şekilde hissettim. Teknik-taktiğin ötesinde böyle bir duyguyu yaşatan tamamen Liverpool taraftarıydı. Birileri gerçekten yalnız yürümüyordu ve size bunu hissettirebilmeleri baş döndürücüydü. Bir devrim oluyormuş da katılmam gerekiyormuş gibiydi. Sadece o maçlığına Liverpool taraftarıydım, hayatımda tanıklık ettiğim en muhteşem futbol gecelerinden biriydi.

O günden sonra Kırmızılar, yine pek çok hayal kırıklığı yaşadı ama Avrupa şampiyonu da oldular, nihayetinde birkaç gün önce lig şampiyonu da. Her seferinde Liverpool şehrinin ve takımının belki de hiçbir sanayi şehrinde görülmediği kadar işçi sınıfıyla bütünleşmiş olduğu gerçeğini bize yansıtan tarihi, karakteri ve “You’ll never walk alone”da simgeleşen ruhu, bana 25 Mayıs 2005’i, o biricik geceyi hatırlatmaya yetti.

“Hiçbir zaman yalnız yürümediler” ve böyle yaparak her zaman kendilerini şekillendiren kentin tarihine sahip çıktılar. Kulübün yeni sahipleri ne halt yemeye çalışırsa çalışsın Jürgen Klopp, bu ruhun kusursuz taşıyıcısı oldu. Hâlâ Liverpool F.C. taraftarı değilim ama bunu hissetmek onlar adına sevinmeye yeterli.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...