16 Mayıs 2020 00:20

Sigorta şirketine biz de ortağız

Paylaş

Bu yazı, sağ kesimlerin yücelttiği Özal ve döneminin Türkiye’yi bugünlere nasıl getirdiğinin hikayesidir. 1980’lerin sonlarına doğru, adeta “Gitmeden şu ülkeye bir gol daha atalım” dercesine, 1988 yılında Türkiye bir sigorta şirketine ortak edildi. Bu sigorta şirketi alelade bir sigorta şirketi değildi! Türkiye zaten 1944 yılında kurulan kapitalizmin kaleleri niteliğindeki Dünya Bankası ve IMF’ye ortaktır. Bunlara ortak olduktan sonra, bu ortaklığı taçlandıracak ikinci bir uluslararası şirkete ortak olmamak yakışmazdı! Böylece, ne halkın ne de parlamenterlerin ne getirip ne götüreceği belli olmayan bir şirkete Türkiye ortak oluyordu. Bu ortaklığın ne olduğunu göreceğiz. Ama önce bu konuya ışık tutabilecek bir gerçek olayı anlatmam gerekiyor.

Hatırlarız, bir zamanlar İzmir’in Bergama ilçesinde ünlü bir altın arama macerası yaşanıyordu. Bir yabancı firma siyanürle altın madenini işletirken halk ayağa kalktı, hatta gösterilerde çok renkli manzaralar oluştu. O dönemde Öğretim Üyeleri Sendikası adı ile kurulmuş bir akademisyenler örgütü vardı. Sonradan yasa gereği KESK’le birleşen bu örgütte bir dönem genel kolaylaştırıcılık görevini yürütürken, altın madeni macerasını yerinde incelemek üzere Bergama’ya bir grup olarak gittik. Maden alanının yaklaşık 300-400 metre uzağında bir köy kahvesinde oturduk ve köylülerin anlattıklarını dinledik. Köylüler bir bardak çamurlu su getirdiler ve madende her patlama sonrasında kısa süre içinde içtikleri suyun durumunun böyle olduğunu söylediler. Beldeye akademisyenlerden oluşan bir bilirkişi heyetinin geldiği ve olumlu yönde ÇED raporu verdikleri, bunun üzerine hepsinin “birer otomobil ile” alanı terk ettiklerini üzüntü ile anlattılar. Bunun üzerine biz de bazı kamu yetkilileri ile yaptığımız görüşmede, Ankara’dan telefon aldıklarını ve maden aleyhine olayların bitirilmesi halinde İzmir’e bağlantılı çift gidiş-geliş yolu yapılması vaadinde bulunulduğunu öğrendik. Bilirkişi olarak görevlendirilenlerin, askerlerin neredeyse konuşmalarının dahi duyulabileceği kadar meskun alana yakın olan madene nasıl olumlu rapor verdiklerini anlayamadık. Bu heyetten bazılarının da maalesef sendikamız üyesi olduğunu gördük ve onları ihraç ettik. Fakat yol meselesini önceleri anlayamamıştık. Ne zaman ki, İstanbul’a gelip, olayı biraz kurcaladıktan sonra, olayın nasıl hazin bir sömürgeleştirme benzeri süreç olduğunu ve maalesef resmi organların da bu duruma karşı elleri bağlı kalabildiğini anladık. Böylesi ülkeye ihanete varan işlere soyunanlar, bugün her nerede iseler, umuyorum layık olduklarını görüyorlardır!

Olayı böylece gördükten sonra, gelelim işin yasal ya da sömürgeleştirme sürecine. 1973-1979 yılları arasında Tokyo’da altı yıl süren uzun müzakereler sonucunda pişirilen ve 1999 Seattle kentinde netleştirilen, tüm ülkeleri kapsayıcı bir anlaşma çerçevesi ortaya çıkarıldı. Bunun adı Çok Uluslu Yatırım Anlaşması (MAI) idi. Bu anlaşma ülkeleri doğrudan bağlayıcı değildi, fakat isteyen ülkeler anlaşmayı kabul etmek ve gereklerine uymak durumunda olabilirdi. Kimler, hangi mantıkla bu kurala uymaya adeta zorunlu olabilirdi, diye düşündüğümüzde, karşımıza Özal dönemi mantığı çıkıyor. Uluslararası paraya ya da yatırıma gereksinme duyan kalkınmakta olan ülkeler bu anlaşmaya girmeye bir bakıma mecbur idi. Zira böyle bir anlaşmaya imza koymayan bir ülkeye yabancı sermaye güvenlik endişesiyle gelemezdi. Peki, biz ne yapıyoruz? Yabancı sermaye gelsin diye olmadık dil dökmüyor, avantajlar sağlamıyor muyuz? Hal böyle olunca, çok uluslu olarak anılan dış sermaye ile ilgili anlaşmaya imza koymak zorunlu oluyordu. Nitekim yönetim de anlaşmayı kabul etti ve imzaladı. Bu anlaşma, o zamanki yazışmalardan hatırlıyor olabileceğimiz gibi, MAI olarak bilinirdi. İngilizce sözcüklerin baş harflerinden oluşan kısaltmanın Türkçe açılımı şöyledir: Çok Uluslu Yatırım Anlaşması.

Fakat anlaşma işin ilk safhası idi. Anlaşmaya göre bir yatırım firması gelir de halkın tepkisi ile karşılaşırsa ne olacak? İşte, tam bir basiretli iş insanı mantığı ve müdebbir davranışı ile böyle bir durum da düşünülerek, MAI’ye bir de MIGA denen Çok Uluslu Yatırım Sigorta Anlaşması taslağı geliştirdiler ve işte o anlı şanlı Özal dönemi yöneticileri giderayak, 1988 yılında ülkeye bir gol atarcasına bu anlaşmaya da imza koydu. Hal böyle olunca ne siyanürle altın haramilerine karşı çıkabildik, maalesef ne Kaz Dağları altın soygununa etkili şekilde karşı çıkabiliriz, ne de müşteri garantili yatırımların dövize bağlı mukavelelerini değiştirebiliriz. Çünkü bunların hepsi uluslararası sigorta sistemi ile korunmaktadır, ihlalleri durumunda Londra merkezli tahkim heyetinde mahkumiyet hükmü boynumuza geçer.

İşte, değerli okuyucu dostlar, parlamenter sistemin önemi; parlamenterlerin bilgili ve uyanık olmalarının önemi; devletin yaptığı her uluslararası anlaşmanın parlamentodan aleni görüşme sonucunda ve “liderin adamı” olarak değil, parasını aldığı “milletin temsilcisi vicdanı” ile oylamaya katılmasının önemi buralardadır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa