21 Mart 2020 19:50

Kendine yabancılaşmanın toplumsallığı

Kendine yabancılaşmanın toplumsallığı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Yan yatık uzanmışım, önümde olanları izleyebildiğim bir ekran; ekranda sanki yer yer sıklaşan dik ağaçların ardına sığınmış, hareketlerinde kararlı görünen bir gölge dolaşıyor. Ağaçların arasından gölgeye doğru hedef tutturmuş ince beyaz bir ışını fark ediyorum. Gölge bir an hareket etmez ve sabit durursa ışın yavaşça ya da yıldırım hızıyla ona vuracak.

Yalnızlaştırılmış, köşeye sıkıştırılmış, hareket etmezse ışının isabet edeceği hedef olmaktan kurtulamayacağı anlaşılan gölgeyle dayanışma fikri heyecanlandırıyor beni. Ona “hareket et!” diye seslenip, maddenin hareketini, her şeyin hareket halinde olduğunu anlatmaya hazırlarken arkamda biyopsi işlemine başlayacak doktor “Yücel bey, ekranda gördüğünüz sizin akciğeriniz ve hareket eden gölge de hedeflediğimiz kanser hücresi” diyor; “nefes almazsanız hücre sabitlenecek ve ben de ekranın sol üst köşesinde beyaz ışık gibi görünen iğneyle ona ulaşacağım, patolojiye göndereceğimiz  parçayı alacağım”. “Yani o gölge benim içimdeki yok edilmesi gereken düşman mı?” diye soruyorum. “Evet!” diyor doktor, “onun yapısını anlayacağız ve nasıl yok edeceğimize karar vereceğiz”.

Gölgeyle dayanışmaktan vazgeçip doktorla dayanışmaya karar veriyorum; nefesimi tutup gölgenin akciğerimde görünür bir yerde sabitlenmesinde baş rolü oynuyorum. Doktor bir, iki, üç ve galiba dört hamleyle kanser hücresinden kendisine gerekli olanı alıyor.

Yan yatıp uzanmış olup biteni ekranda izlediğim biyopsi sürecinde doktorla dayanışırken düşünüyorum: Ekranda olup biten mekânsal olarak sanal bir başka yerde yaşanıyor gibi görünüyor ama her şey kendi içimde gerçekleşiyor; kendi içimde olanı başka yerde, sanal bir mekanda oluyormuş gibi izliyorum. Gölge diye algıladığım şey günlerden birinde mütasyona uğrayıp dejenere olmuş, işlevinden sapmış diye anlatılan yüzbinlerce hücreden biri; kendi hücrem! O hücreyi yakalayıp yok etmeyen ya da ‘boş ver, bundan bir zarar gelmez’ diye tolerans gösteren bağışıklık sistemi de benim bağışıklık sistemim. Yok olmaktan bağışıklık sistemimin ‘işbirliği veya iltisakı’ olmasa da ‘zafiyeti’ ya da ‘toleransı’ ya da en hafif deyimiyle ‘ihmali’ sayesinde kurtulan benim dejenere olmuş, esas işlevini kaybetmiş hücremin gelip yerleştiği organ olan akciğer de benim akciğerim. Yani, vaktiyle benim lehime çalışırken mütasyona uğrayıp artık benim için değil kendi için faaliyet gösterecek olan kendi hücrem, kendi canlılığını sürdürebilmek, örneğin çoğalıp yayılabilmek için fırsatını bulmuş şimdilik akciğerime tutunmuş. Başını boş bırakırsam bölünüp çoğalacak (üreyecek!), üredikçe kendi yollarını döşeyip akciğerimden başka organlarıma gidecek ve canlılığını sürdürebilmek için yerleştiği tüm organları tahrip edecek ve sonunda benim ölümüme yol açacak; ben ölünce o da ölecek! Tıpkı türünün bekasını sağlayan ortamları, örneğin yayıldığı doğayı ve yaşam için gerekli kaynakları yok ederek aslında kendi yok oluşunu da hazırlayan sapiens bireyleri gibi…

Biyopsi sürüyor; ekran karşısında kendime yabancılaştığımı fark ediyorum. Her şey benim içimde ve benim yaşamımı etkileyerek gelişiyor ama ben sanki ekranda seyretmesem de olur bir belgesel izliyorum.

Benim olan cinselliğim yeniden üreme ekseninde, evlilik düzenlemeleri ve işlevsel akrabalık sistemleri temelinde, miras, nafaka vb. gibi karmaşık ilişkiler sürecinde toplumsallaştırılmış ve ben cinselliğime yabancılaşmışım!...

Benim olan fiziksel gücüm toplumsal ilişkileri adalete uygun düzenleme ekseninde ve gücün kaynağını oluşturmanın, gücü kullanmanın meşruiyet kurguları temelinde, iktidarı elde etme-kullanma-kaybetme sürecinde toplumsallaştırılmış ve ben kendi fiziksel gücüme yabancılaşmışım’…

Ben türüme ilişkin tüm doğal, biyolojik yetilerime, örneğin emek gücüme, özgünlüğüme, egemenliğime, bilimsel-sanatsal-estetik yaratıcılığıma, yaşamıma ve ölümüme vb., tüm bu yetilerim toplumsal ilişkiler ağı belli çıkarlara uygun bir eksende kurgulandığı, kurgu kendine uygun araçlarla yaşama geçirildiği süreçlerde toplumsallaştırıldığı için ve toplumsallaştırıldığı oranda yabancılaşmışım…

Ötesi, beni kendime yabancılaştıran bu toplumsallaştırma süreçlerine karşı koymak istediğimde kullanabileceğim en güçlü mücadele araçlarıma yani özgürlüklerime de, özgürlüklerimi hukuki ya da siyasi veya ekonomik hatta toplumsal kategoriler altında etiketleyip, ‘içeriğini’, ‘çerçevesini’, ‘sınırlarını’ belirleyerek ve ‘kullanma kılavuzunun etik boyutlarını’ saptayarak anlatmaya çaba gösteren ‘bilimsel(!)  ‘insan hakları’ açıklamalarıyla yabancılaştırılıyorum.

Biyopsi biterken kendime özetliyorum: Bireyin kendine yabancılaşma süreci de toplumsallaştırılmış.

Ve biyopsi sırasın düşündüklerimi kendime bir başka içerikle yeniden anlatıyorum:

“Yan yatık uzanmış toplumsallığımı ekranda izlerken; sanki bir başka mekandaki beni ilgilendirmeyen kurgularmış gibi omuz silkerek algıladığım yetilerimin toplumsal hallerini resmeden arka plan toplumsallık görüntüsünü bir değişmezlikmiş gibi kabullenmem, bu görüntü içinde hareket eden özgürlüğümü de toplumsal değişmezliğin düşmanı olarak görmem isteniyor diye düşünüyorum. Benim arka plan görüntüyü kurgulayan, üreten, işleten, yeniden üreten, yeniden biçim değiştirmiş haliyle işleten güçlerle bu görüntüde düşman olarak sunulan özgürlüklere karşı dayanışmam isteniyor.

Toplumsallaştırılmış halim kendimi kendime yabancılaştırıyor.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...