01 Mart 2020 00:10

Gazeteciler dünyayı ateşe verirken…

Azez'de patlatılan bombalı aracın enkazı

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Birkaç tane şehidimiz var” gafının üzerinden birkaç gün geçti, “taneler” iki haneli sayılara ulaştı. Oysa bu ifadeye yönelik tepkileri yine muhalefet üzerinden soran FOX TV muhabirini, soruya cevap vermeden “FOX önce gazete olsun” diye daha yeni azarlamıştı. Tavrı CNN International muhabirlerini her fırsatta aşağılayan Trump’ı hatırlattı. Demek ki basın özgürlüğü karşıtı liderler birbirine baka baka kararıyor. 

Perşembeyi cumaya bağlayan geceyi ayakta, haber almaya çalışarak geçirdik. Televizyondan bilgi edinmeye çalışmak nafile bir çabaydı elbette. Muhalif olarak etiketlenen kanallar dahi ‘açıklanan ölü sayısının gerçekte çok daha fazla olduğuna dair bilgiler geliyor’ demekle yetinirken, uluslararası medya Hatay Valisi’nin ilk açıkladığı sayının dört kat fazlasından bahsediyordu, yanı sıra Türkiye medyası konuyla ilgili haber yapamıyor diye de ekliyordu. Tam bu sırada tüm medya Anadolu Ajansı kaynaklı “1709 rejim unsuru etkisiz hale getirildi” haberlerini tek ağızdan yayımlamaya başladı. Tıpkı “böceklerden” bahseder gibi. Madem savaştayız, savaşırken bile mesleki onurunu korumalı, savaştığı tarafta da insanların olduğunu unutmamalı bir gazeteci. 

Distopik bilim kurgu olarak nitelendirilebilecek Black Mirror dizisini izlemişsinizdir belki. Üçüncü sezon beşinci bölümü (Men against fire – Ateşe karşı erkekler) çok çarpıcıydı. Özetlemek gerekirse, askerler insanlığa zararlı oldukları söylenen yaratıkları öldürmekte, evlerini ateşe vermektedirler. Sonrasında anlaşılır ki öldürdükleri yaratık değil insanlardır. Ordu askerlere bu insanları böcek olarak görmeleri için birer implant takmıştır. Öldürülmesi emredilenlerden birinin implantı devre dışı bırakan yeşil bir ışık geliştirmesi, kahramanın gerçeği görmesini sağlar. 

İktidarlar insanların savaşması için türlü ikna yöntemleri kullanırlar. ABD’de genç erkekleri Birinci Dünya Savaşı’na katılmaya ikna etmek için hazırlanan Sam Amca’nın parmağını bakana doğrulttuğu  “I want you” (Seni istiyorum) afişini hatırlayın. Savaşın en çok ihtiyaç duyduğu şey propagandadır. Siyasi iktidarlar aldıkları kararlar neticesinde insanları canını vermeye ikna etmek zorundadır ve bu süreçte her türlü sansür, yalan haber, çarpıtma meşru görülür. Bir insanı başka bir insanı öldürmeye ikna etmek için savaştığının insanlık dışı bir “şey” olduğuna inandırmanız gerekir. İşte burada propaganda devreye girer, askerlere takılan implanttır propaganda. Peki, bir gazeteci neden takar o implantı? Propaganda aracı olmaya gönüllü olduğu için mi, işini kaybetme kaygısı mı, popüler olma isteği mi?

John Pilger 2010 yılında çektiği ve gazetecilerin savaşlar sırasında bilgileri nasıl maniple ettiğini birinci ağızdan tanıklarıyla aktardığı The War You Don’t See (Görmediğiniz Savaş) belgeselinde bu soruların cevabını arar. Görüştüğü o dönemin popüler muhabir ve haber sunucularının pek çoğu pişmanlıklarını dile getirirler. ABD’nin Irak’a demokrasi getirmediğini savaş sürerken göstermek için hayatını riske atan gazeteciler de vardır ancak iliştirilmiş gazetecilerin yanında sesleri duyulmaz olur. 

Cuma sabaha karşı İdlib’de ölen askerlerin sayısı 33’e yükselmişken Reuters Haber Ajansı üst düzey bir Türk yetkiliye dayandırdığı haberinde, Türkiye’nin Suriyeli mültecilerin kara ya da deniz yoluyla Avrupa’ya geçişlerini durdurmama kararı aldığını duyurdu. NTV Dış Haberler Müdürü Ahmet Yeşiltepe “Bunun çok değerli bir hamle olduğunu” söylüyordu. Yeşiltepe’ye göre Avrupa korkacak ve Türkiye’ye destek vermek zorunda kalacaktı. Sabah Gazetesi Yazarı Hilal Kaplan Twitter’da #YansınSuriyeYıkılsınİdlib hashtag’ine destek verirken “Avrupa da yansın” diye eklemişti. Ertesi gün tüm medya sınırlara yığılan mültecilerin peşindeydi. DHA Temsilcisi Burak Gezen Ayvacık’ta bir şişme bota kapasitesinin üstünde 30-40 yolcunun sığmaya çalışmasını, ölümle sonuçlanabilecek yolculuklarını bir Survivor oyunu gibi anlatıyordu “Bakalım buradan oraya ulaşmayı başaracaklar mı?” 

Türkiye’de gazeteciliğin geldiği yer konusunda biraz daha düşünmeli ve tartışmalıyız. Çünkü şu durumda Türkiye’nin de imzasının bulunduğu BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin her türlü savaş propagandasını suç saydığını, ulusal, ırksal ya da dinsel nefretin ayrımcılık, düşmanlık ya da şiddete kışkırtma şeklini alacak biçimde savunulmasını yasakladığını hatırlatmak ya da Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi’nden bahsetmek yetersiz. Hatta Ümit Kıvanç’ın deyimiyle “pek naif”*. Sokakta karşılaşabileceğimiz sıradan bir insanın dahi 33 askerin ne uğruna öldüğünü bilmediği bir iklimde sıcak koltuğundan dünyayı ateşe vermenin altında başka nedenler olmalı. Bilinen cevapların yanı sıra ekleyebileceğim gazetecilerin canını kurtarmak için sınıra koşan mültecileri en iyi anlayabilecek konumda olmaları. Sistem onları mültecilerden daha değerli görmüyor, üstelik pazarlık değerleri bile yok. Her sabah ‘Teknesi karşıya ulaşabilecek mi’ endişesiyle uyanıyor, güvencesiz, bir nevi tutsak, bir mikrofonun açık kalması tüm meslek yaşamına mal olabiliyor. Güvendiği, yeşerdiği topraklar tarumar edilmiş, gidecek bir yeri yok, bunca olandan sonra destek görebileceği kimse yok. Teknesini gittiği yere kadar yüzdürmekten başka çaresi yok, kendisinden başka kimseyi düşünmüyor, gözüne tutulan yeşil ışığa direniyor, belki bu yüzden bu kadar acımasız.

* Ümit Kıvanç, «Bütün bunlar ne uğruna?”, Gazete Duvar, 28.02.2020

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa