01 Mart 2020 00:00

Ahmed’in annesine var mı farklı bir yanıtınız!?

Şam'da çarşıda ışıl ışıl dükkanların üstünde bir Suriye bayrağı

Fotoğraf: Hediye Levent

Paylaş

“Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatoluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allaha ısmarladık! Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor...” 

Falih Rıfkı Atay, ilk baskısı 1932’de yapılan Zeytindağı kitabında, İmparatorluğun çöküş sürecini perçinleyen Arap-Filistin cephelerinde uğranılan bozgun sonrası geri dönüş yolculuğunu böyle yazıyor. İbretlik şeylerdir anlattıkları. 

Kanal’dan geçerek Mısır’ın alınabileceği hayalleriyle orduyu çöllerde harap eden İttihatçı ünlü üçlüden Cemal Paşa’dır komutan.  

“Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs İngilizlerin elinde idi. Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan öğrendim. Küdüs'ü İsrailoğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık... Karargâhın içinde, ‘Kudüs düştü!’ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden, Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı...”

Hayaller ve gerçekler arasında derin bir uçurum varsa eğer, “kahramanca vuruşmak” da ‘makus talihi’ değiştirmiyor. Bir başka siyasal-ekonomik döngü içinde dönerken dünya, Osmanlı’nın artık eskimiş, çözülmüş, dikiş tutmaz hayalleriyle yol almak mümkün değildi. Geri dönmek zorunluydu!    

“Eşyam ve kâğıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecek.

Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz.

Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız?

Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:

‘Keşke vazifem burada olsaydı’ diyor...”

Dönülen yer de perişandır. Savaşa evlat vere vere “boş ve terk edilmiş” durumdaki “vatan parçası” da artık istim üstündedir. 

Gözünün önündeki Anadolu gerçeğiyle yetinmeyip çöllerde ‘dünya gücü’ hayali kovalayan Cemal Paşa’nın bu son pişmanlığının, o dönüp gelinen Anadolu’daki karşılığı nedir peki? Paşa, Anadolu’nun kıymetini anlayınca, Anadolu da Paşa’ya ‘bilmukabele’ mi diyor!? Falih Rıfkı dan dinleyelim:

“Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor.

Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz...”

Evet, ‘hınç, şüphe ve güvensizlik’!..

O aklı baştan çıkaran, insanı yerçekimsiz bırakan savaş ajitasyonlarının unutturucu ve uyuşturucu etkisi geçince, geriye kalan budur. Ve tarihe yazılan uğursuz roller, insan hayatına eklenen trajediler...

“İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ’Benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor.

Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkartarak, trenin gideceği İstanbul yolunun aksini gösteriyor:

‘Bu tarafa gitmişti’ diyor.

O tarafa Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?

Ahmed’ini buz mu, kum mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?...”

Böyledir hayat; ‘binlerce Ahmed’im feda olsun’ denir de, bir tek Ahmed’ini arar anası yine de, döne döne ölür onun için. Onun Ahmed’idir. Ahmed’siz de dünya döner elbet ama Ahmed’siz annenin dünyası dönmez, ne için ölüme götürüldüğünü hiç anlayamadığı evladının acısıyla, hep o aynı yerde donar kalır. 

Geride, hamasetin rüzgârı dinince o soruya verilemeyen yanıtın utancı kalır bir de:  

“Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor?

Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdeleri kapatmış, gizli ve çabuk geçiyor?

Anadolu Ahmed’ini soruyor...

Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, o’nu övündürecek bir haber verebilsek?

Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”

Ol hikâye böyle.

Teşbihte hata olmaz derler. 

Döneminde, İmparatorluk bakiyesi sınırlar için ‘anlaşılabilir’ denilebilecek boyutları olan ‘vatan savunması’ gerekçesine asla dayandırılamayacak bugünkü İdlib-Suriye çıkmazında, bu ‘kıssa’dan çıkarılabilecek ‘hisse’ yok mudur acaba?

“Oyun kurucuyuz” diye diye büyük güçler arasında oyun oynamaya çalışmak; oyun oynamak ile oyun kurmak arasındaki farkı anlayamamak; ‘ben olmazsam olmaz’ demek; vazgeçmeyi bilmemek; çözümleri değil de sorun yaratmayı gözetmek; başka topraklarda kurulan uğursuz denklemlerde ille de yer aramak... 

Her denklemde yer almak zorunda mısınız?

Ne yapıp edip, ‘sahada’ olmak; ‘başkaları var, biz neden olmayalım’ diye çırpınmak...

Olma kardeşim olma!

Böyle kaygan ve batak sahalarda olmak, bazılarını ‘vezir’ etse de, çoğunu ‘rezil’ eder.

Ne vezir ol, ne de rezil!

***

Ahmed’in annesi çocuğunun akıbetini soracak bir gün mutlaka; “misliyle karşılık verdik” dışında, var mı bir yanıtınız?

Falih Rıfkı kadar açık sözlü olmanızı beklemiyoruz elbette, ama yine de iknâ edici bir yanıt verememenin utancını hafifletebilirsiniz belki.

Vazgeçmeyi bilin!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...