20 Eylül 2019 19:54

Yıldızlara ne hacet, psikolog yeterdi!

Yıldızlara ne hacet, psikolog yeterdi!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Başlık, yılın en iddialı yapımlarından, Venedik Film Festivali’nde övgülere boğulan “Yıldızlara Doğru” (Ad Astra) filminin basın gösteriminden sonra gazeteci bir arkadaşımın yaptığı espriden doğdu. Ama filmi de güzel özetliyor aslında.

“Çeteler Savaşı” (2000), “Gecenin İki Yüzü” (2007), “Bir Zamanlar New York” (2013) ve “Kayıp Şehir Z” (2016) filmleriyle tanıdığımız Yönetmen James Gray’in Ethan Gross ile birlikte kaleme aldığı “Yıldızlara Doğru” iddialı bir uzay evreni vadedip, sulu sepken bir baba-oğul hikayesiyle biten bir yapım olmuş çünkü.

Film “yakın gelecek” olarak tanımlanan bir zamanda geçiyor. Bildiğimiz güneş sistemi, insanlığın büyük oranda keşfettiği bir yer haline gelmiştir. Ay’da Mars’ta koloniler kurulmuş, gezegenler arası seyahatler yapılmaya başlanmıştır. Bilimsel çalışmalar da hızla devam etmektedir. Güneş sistemini avucunun içine almış insanoğlu için, evrende bizim dışımızda bilinçli varlıkların olup olmadığı sorusu hâlâ cevap bulamamıştır fakat. Filmin geçtiği zamandan 29 yıl önce evrende insan dışı bilinçli varlıkları aramak üzere uzayda zorlu bir göreve gönderilen gemi ile seyahatinin başlangıcından bir süre sonra bağlantı kesilmiştir. Güneş sisteminin sınırında Neptün civarında kaybolan bu araştırma gemisinin kaptanı ve Bilim İnsanı Clifford McBride’dir. Filmin asıl kahramanı ise Brad Pitt’in canlandırdığı oğlu Roy McBride. Roy, babasının izinden gitmiş ve döneminin en önemli astronotlarından birisi olmuştur. Bir gün görevli olduğu uluslararası anten, uzaydan gelen yoğun enerji akımıyla sarsılır. Kendisini “çok gizli” bir toplantıya çağıran devlet erkanı, enerji akımının babasının bulunduğu gemiden gelme ihtimali üzerinde dururlar ve Roy’u Mars’a gidip hayatta olma ihtimaline karşı babasına bir çağrı yollamakla görevlendirirler.

“Yıldızlara Doğru”, tragedya anlatısının izlerini takip ediyor bir bakıma. Homeros’un Odysseia destanında olduğu gibi uzun bir yolculuğa çıkan Roy, her durakta yeni bir hikaye ile karşılaşacak ve nihayetinde bambaşka birisi olarak hedefine varacaktır. Film, daha en başında inşa ettiği “yakın gelecek” dünyası ile ilgi çekiyor açıkçası. Distopik bir havaya bürünmüyor. Karanlık evren tasviri yapmamaya özen gösteriyor. Bütün güneş sistemi, bugünün dünyasının bir modeli gibi tasarlanıyor bir bakıma. Bu cazibeli giriş, Roy’un Ay’a ulaştığı ve “Burayı da dünyamıza benzettik” dediği, arka fonda uluslararası tekellerin tabelalarının göründüğü görsel parçalarla zenginleştirilmeye çalışılıyor.

Ancak ne oluyorsa, kahramanımız Ay’a ulaştıktan sonra oluyor. Örneğin, Ay’dan Mars’a uçmalarını sağlayacak rokete giden yoldaki tehlikelerin kaynağını anlamakta zorlanıyoruz. Film kısa bir süre için “Mad Max” havasına bürünüyor ama sonra bu hava kayboluyor. Böylesine tehlikeli bir yol için estirilen güvenlik önlemlerinin motivasyonunu da, yolda korsanlık yapanların gerekçelerini de anlamıyoruz ve bu durum bir ‘hoşluk’ olarak anlaşılmayı bekliyor sanki.

Roy’un ikinci durağı Mars’taki durum da anlaşılmaz hale geliyor. Bu noktada filmin ilk yarısı boyunca soğukkanlı bir bilim insanı olarak takip ettiğimiz Roy’un birden ergen triplerine girip baba sendromuna kapılması ve kontrolü kaybetmesi bizi ikna etmiyor. Üstelik can alıcı sonuçlar pahasına... Roy’un Mars’tan sonra gerçekleştirdiği yalnız yolculuğuna geçmeden önce bir noktaya daha dikkat çekmek gerek. Roy’un yolculuğu boyunca, etrafındaki hiç kimse bir karaktere dönüşemiyor maalesef. Sanki filmin her şeyi son yarım saat üzerine tasarlanmış ve bütün taşlar bu yarım saate giden yolu döşemek için aparat olarak kullanılmış hissi bittiğinde çok daha baskın bir şekilde karşımıza çıkıyor.

Ama filmin asıl sıkıntısı, bütün bu evren, anlam, hayat, yaşam gibi meseleleri seyirciye gösterip derinleştirmemesi değil belki tek başına. Ama soğukkanlı bir bilim adamı olarak izlediğimiz Roy’un bitmemiş baba sendromunu ergence karşılaması, bunu da geçtim, hikayeye göre kırklı yaşlarının ortasındaki bir adamın böyle bir tepki göstereceğinin inandırıcı olacağına dair beklenti tuhaf. Bu bakımdan başlıktaki sözü biraz bozarak söylersek “Neptün’e ne gerek var, psikolog yeterdi” demek de durumu tarif eder hale geliyor.

“Yıldızlara Doğru”, belli ki Amerikalı seyirci düşünülerek yapılmış (Venedik’teki alkış kıyametin nedenini anlamadım açıkçası) ama bizi hem karakterine hem de evrenine ikna etmekte zorluk yaşıyor.

Karşılaştırma yapma fırsatı sunmak için örnek vermek gerekirse “Yıldız Savaşları” da özünde bir baba-oğul hikayesi anlatır. Ancak, sizi anlattığı masalsı evrenin gerçekliğine ikna etmeyi de ihmal etmez. Filmin bütününden çıkan “Evrende bilinçli başka yaratıklar olmasa ne olur, biz insanoğlu birbirimize yeteriz” cümlesi ile Brad Pitt’in oyunculuğu dışında elimizde fazla bir şey yok ne yazık ki.

YILDIZLARA DOĞRU
ORİJİNAL ADI: Ad Astra
YÖNETMEN: James Gray
OYUNCULAR: Brad Pitt, Tommy Lee Jones, Ruth Negga, Liv Tyler,  Donald Sutherland
YAPIM: 2019 ABD
SÜRE: 124 dk.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa