18 Kasım 2017 23:45

Can derdi

Can derdi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bu pazar aklımda bambaşka konularım vardı ama bütün hafta aklım bir sürü insanda kaldı. 

Başka bir şeye odaklanmak zül geldi. Tatsız başlayıp tatlı bitirmek derdindeyim bu yazıyı. Dilerim zayi etmem pazarınızı.

Son birkaç ayda peş peşe doktor ve tıp öğrencisi intiharları yaşandı. 

Bağımsız Sağlık Sen bir kampanya başlattı; “Ölümüne Çalışma”. Yoğun mesai saatleri, bitmeyen nöbet günleri, bakılması gereken hasta sayısının çokluğu ve bunun getirdiği mesleği layıkıyla yapamama hissi, sürekli uykusuzluk, geleceğin belirsizliği derken sağlık çalışanları artık dayanamaz olmuşlardı. 

Bunun üzerine OHAL dönemindeki intiharlar da yeniden konuşulmaya başlandı. Rakamlar tam açıklanmasa da geçmiş yıllara kıyasen biz artık yaşamın kıyısında bir topluma dönüşmüşüz o belli.

Bazen yüz yüze tanış olduğum dostlarda bazen de sosyal medyadan tanıyıp kaynaştıklarımda hissediyorum yaşamın kıyısında olma halini. Panikliyorum. İçime bir taş oturuyor. Çaresiz kalıyorum. Bu aslında uzmanların işi, yaşamla bağı, ince pamuk bir ipliğe dönen birine söz söylemek haddim olamaz, hem de çok riskli.

Ben ortaya yazayım aklımdan geçenleri, ipliği incelecek gibi olan varsa belki yama olur dileğiyle.

Sözün burasında bir mola: Ola ki haddimi aşıyorsam, niyetim kötü değildir. Arto Tunçboyacıyan “Herkes Kendi Gördüğüne Doğru Der Ya” parçası ile affımı rica ederim, gönlümden geçenleri dile getirmiştir. Benim için onu açıp dinlerseniz sevinirim. Ben ne dersem diyeyim

“İnsana yön göstermek çok zor be ey can, 

Ruhun alabildiğini aklın anlamaz. 

Senin yüreğinde yatan en doğrusu can, 

Senin ruhunda yatan en doğrusu can.” 

An gelmiş hepimiz “Tam şu an her şey bitiversin artık, dayanamıyorum” demişizdir ömrümüzün bir yerinde. İlki de muhtemelen ergenlikte. Oysa şimdi bakınca o yaşlarımıza, ne kadar da saçmaymış baş edemediğimiz sorunlarımız. Başımıza daha neler gelebileceğini, sırtımızın kaç kelter yük daha taşıyabileceğini anlayamamışız o yaşlarda.

Bazen dipteyim sanıyor ve daha derini olduğunu görünce artık o kadar karanlığa inecek gücü bulamamaktan korkuyoruz.

Dert geldi mi sıralı tam liste ile geliyor, gitmesi de pek uzun sürüyor.

Bunları anlıyorum.

Anlayamadığım şey ise şudur, ortalık yangın yeri ise, yangında ateşe atılacak ilk şey can mıdır?

Uçak irtifa kaybediyorsa, önce yükten mi kurtulunur yoksa ilk bedenden mi vazgeçilir?

Pes demek için önce yıkılmaz denilenlere balyozla dalıp bir denemek gerekmez mi?

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmadan insan havlu atıp gider mi?

Tarih acılarına rağmen var olmuş ve var etmiş insanlarla dolu. 

Evlat acısı en büyüğüdür acıların, oradan başlayacağım;

Adile Naşit evladını kaybettiğinde vazgeçseydi yaşamaktan, kim uyutacaktı bizi çocukluğumuzda? Bir daha gülemem deyip çekilseydi sahneden, bizim eksikliğimiz de büyük olacaktı. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerini ilk aşklarımız için kağıtlara yazardık. Bazen de yaşamın manasını satırlarında arardık. Oğlu Vedat, Galata Kulesi’nden aşağıya bırakmıştı bedenini, ona yazdığı şiiri kendi sesinden okuyarak cezalandırdı bir baba olarak kendini. Tüm dünyaya duyurdu oğlunu nasıl kaybettiğini. Ve devam edebildi.

İnsan bedeni ne derece acıya dayanabilir, ruhu ne çok eziyete?

Bunun en üst noktası belki de Diyarbakır zindanlarıdır, buradan sağ çıktı insanlar. Bu öyle bir yaşamak azmidir ki insana derdinden yakınmayı utanç belletir. 

Çayan Demirel’in 5 No’lu Cezaevi belgeselini izlemeyen yoktur kanaatimce, varsa da izlemesini tavsiye ederim. Belgesel bittiğinde, insanın belini büken yükleri, avucuna sığacak hale geliveriyor.

Bunları herkes bilir diye yazdım yoksa etrafımız “yandı” dedikten sonra küllerinden doğan insanların hikayeleri ile dolu. Yaşamanın en güzel ve en korkunç yanı yarın başına ne geleceğini bilememek. Ya iyi bir şey olacaksa yarın? İnsan bunu merak etmeden gitmeye karar verebilir mi?

Dicle Koğacıoğlu 2009’un 6 Ekimi’nde “Çok acı var, dayanamıyorum” diye bıraktı kendini Boğaz Köprüsü’nden. 2013’ü görmedi, Geziyi yaşayamadı. Bana gam oluyor hâlâ düşündükçe çünkü o haziran hiç yaşamadığımız bir duygu yaşamıştık milyonlarca insan birlikte. Öldüğünde benim şimdiki yaşımdan bir yaş küçüktü, benim ise ömrümün belki de en güzel yaşı buydu. Üstelik tüm dünya dibe giderken. Çünkü hayatla barışmayı öğrendiğim yaşım bu oldu.

Her barışta anarım Dicle Koğacıoğlu’yu, keşke bekleseydin derim içimden.

Frane Selak dünyanın en şanslı insanı olarak anılıyor. Hayatında biri uçak biri tren beşi otomobille olmak üzere tam 7 büyük kaza atlatıp sağ kalmış. Üzerine 2003’te piyangodan 1.3 trilyon kazanmış. Çok şanslı diyorsunuz ama düşünsenize Frane’in yaşamak azmini. Bunca kazada kaybettiği sağlığı, hastanelerde geçen uzun aylar, aklında çıkmayan kaza sesleri ve çığlıklar, yanı başında ölen insanların hafızasına kazınan görüntüleri, sigorta şirketleri ile kavgalar, giden kredisi bitmemiş araçlar, çalışamadığı için para kaybı ve ta 65 yaşında gelen büyük ikramiye.

Her şey hayata nereden baktığımızla alakalı.

İnsanlardan beklentiye girersek çıkamayız, beklentiler kişiseldir. Kimse dilediğiniz ve aklınızdan geçen gibi olmayacak. Çünkü o akıl ve dilek sadece size özel.

Karşınızdaki bunun farkında bile değil ki.

Bunun yerine, verdikleri kadarına eyvallah demek tahammülü artıracak.

Hayattan ama, büyük beklentilere girmek gerek, buna giden yoldaki küçük zaferleri hatta zafer demeyelim kazanımları da önemsemek gerek.

Belki de her gün alt alta yazmalı o günün iyi ve kötü yanlarını.

Önemsemediğiniz bir telefon görüşmesi belki de özlenip önemsendiğinize delaletti.

Dert sandığımız pek çok şey belki de bir başkasının uktesi

Ölümüne çalışmayın, sakın ölmeye çalışmayın. Öyle bir çıkış olmaz hayattan, açmadan çöpe atmak gibi hediye paketini.

Yarının ne getireceği belli mi?

Önce diğer çıkışları denemeli, tutuşturup yakmalı bazı gemileri. Açıp kapıyı çıkıp gitmekten korkmayın. İşinizi yaparken kullandığınız akıl, yenisini yaratmaya da yarar.

Hiçbir meslek içinden çıkılmaz bir döngü değildir. Şehirler de hapishanemiz değil, il tabelalarını tabu saymayın. Aşk acısından hele hiç ölünmez. Değil mi ki aşık olmuşsunuz bu yeteneğe haizsiniz demektir, bunun tekrarı belki daha şiddetli bile olur. 

Dünyada tadını merak ettiğiniz bir kap yemek, yakından görmediğiniz bir canlı türü, ayak basmadığınız ülke, yaşamadığınız duygu kalmayana kadar huy çıksın can çıkmasın.

İntihar akla düşen bir damla asittir diyor Hakan Günday, Ziyan’da.

Ama ben size Piç kitabını önereceğim.

“Sıfırdan hayatlarını yaratmış insanların hikayeleri kadar, hayatlarından bir sıfır yaratmış olanlarınki de gösterişlidir.”

Gösterişli bir batışa şahit olacaksınız, kitaptaki karakterleri omuzlarından tutup sarsmak isterken aslında kendiniz sarsılır ve dümeni yeniden elinize alırsınız.

Ya da Etgar Keret’in yazdığı Bilek Kesenler’i tavsiye ederim. Asaf Hanuka çizimleri ile çizgi romanı da keyiflidir ama 2006 yapımı aynı isimdeki filmde Nirvana’dan Gogol Bordello’ya uzanan müzikler eşliğinde izleyince, artık güleceksiniz o korkunç fikre. Bir de sürpriz bir kitap önereceğim, ölümden sonrasının rahatlık olduğunu sananlar için. Model grubundan tanıdığımız Can Temiz ve arkadaşı İsmail Türküsev birlikte yazmışlar, ismini de bir şarkıya vermişler: Pembe Mezarlık.

Bir aşk acısı okuyacaksınız önce, sizi neden ölmek istediğine ikna etmeye çalışacak romanın kahramanı. Sonrası pembe mezarlık.

İçine hiç girmek istemeyeceğiniz bir Tim Burton filmi gibi. “Ya böyleyse ölümden sonrası? Önümüz kış, bembeyaz kar yağdığında şehri seyrederken avuca oturan bir çay bardağı ile ısınmak varken, bu riski almaya gerek var mı?” dedirtecek size.

Hayatın mucizelerine ve bileğimize güvenmek lazım. 

Kapatırken Twitter’dan bir alıntı ile bitireyim: Umutsuzluğa kapılmayın. İsa da 30 yaşına kadar marangozdu sonra peygamber oldu. Megan Fox bile ona tapıyor.

Aklınızda ölüm değil hayat olsun, pazarınıza neşe dolsun.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...