10 Ekim... aynı şeyi söyler dilimiz
Fotoğraf: Envato
Yarın 10 Ekim... Bir yıl geçti üzerinden Ankara katliamının.
Öncesinde Suruç, öncesinde Diyarbakır, öncesinde ‘masa falan yok’ günleri... Ülkenin nasıl karanlık bir tünele sokulacağının uğursuz alametleri...
Şimdi o tüneldeyiz; darbeli, karartmalı yolculuğumuz sürüyor. Türkiye 10 Ekim 2015’ten bu yana daha yaşanası bir yer olamadı maalesef...
Bizse o meydandayız hâlâ; vurulmuş, parçalanmış, kırılmış halimizle. 102 arkadaşımızın yokluğu omuz başımızda, yaşamak ağrısı boynumuzda, “barış” diyoruz yine. Başka ne diyebilir dilimiz, ne yazabilir elimiz? İyisi mi, katliamın yaşandığı o günlerde bu köşede yazılmış ‘Cümle Aleme Rahmet Saçan Yoksul Elimiz’ başlıklı yazıya sözü bırakmak...
Orada bahsi geçen ve vekaleti IŞİD’e verilmiş alçakça tuzakta paramparça edilmiş halimizin fotoğrafı olan o ‘an’, bir yıldır sürüp bugüne ulaşsa da, ‘an’dır sonuçta, geçer!
“İnsanoğlu bir acayip nesnedir” ne de olsa. Her şey geçer. Sararız yaralarımızı. Unutmayalım yeter ki; yitirdiklerimizi, hatıralarını, bize yadigâr vasiyetlerini...
O eli, elimizi...
‘CÜMLE ALEME RAHMET SAÇAN YOKSUL ELİMİZ’*
O kara günden bu yana yaşamımıza eklenmiş, dolmak bilmez bir boşluk... Hepimizin tam ortasında patlatılmış bombalardan yadigâr, her birimizin yüreğinde, omuz başında en az yüz kişilik bir boşluktur şimdi. Şairin ‘yaşamak ağrısı’ dediği şeydir; yaşadığımızdan, nefes alıp verişimizden, yediğimiz içtiğimizden utandıran, boynumuza asılı acıdan kayalar, dağlar...
O mahşerin içinden oluşmuş hikâyeler, vurulmuş, parçalanmış bedenlerimizi, lime lime edilmiş ruhumuzu sarıp sarmalayacağımız büyük bir insanlık direncine de işaret eder oysa. Katliamda yaralanan Damla Yeltekin kardeşimizin anlattıkları mesela:
“Etrafıma baktım ki her yerde kan ve parçalanmış bedenler vardı. İlk etapta çevreme bakmaya korktum daha sonra arkadaşım beni hastaneye götürmek için taşırken çevreme baktım. Çünkü yapılanları görmem lazımdı. Kim olduğumuzu öğrenmek için bazen yaşadıklarımızı görmemiz lazım. Şimdi içimde patlamanın bir paçası var, bana zarar vermediği sürece içimde kalmasını istiyorum. Kim olduğumu, ne olduğumu hatırlatması için...”
Evet, yaşadıklarımız, acılarımız bizimdir. Kim olduğumuzu anlamamız için aynadır. Ki bize yaşatılanlar hem bizi yansıtır, hem de bize bunları yaşatanların kimliğini. ‘Barışa karnımız tok’ diye meydan okuyan, kaos ve savaşı bir siyasal taktik olarak dibine kadar kullanan, ‘terörle mücadele’ adına toplumu bir korku duvarıyla kuşatmaya çalışan, sokağa saldığı haşerelerle ‘oluk oluk kan akıtacağı’ tehditleri savuran ve sonuçta ‘tek parti iktidarı’ karşılığında halkı rehin almış zalimler...
İyi tanıyoruz onları.
Ama onlar bizi tanımıyorlar hâlâ! O meydanda parçalanmış cesetlerimize, sağa sola savrulmuş, ezilmiş, ağlayan, çaresiz halimize, o fotoğrafımıza, o ‘an’a bakarak bizi esir aldıklarını, yendiklerini düşünürler... O uğursuz ‘an’ların parantezine alıp, oraya kapatmak, orada teslim alıp boğmak isterler. Devrimciliğimizin, barışseverliğimizin ardındaki büyük tarihselliği bilmez çünkü gafiller. 10 Ekim saat 10.04 de dahil, yendiklerini zannettikleri her ‘an’ın, aslında tarihsel bir sürecin mutlaka ayaklarına dolanacak parçaları olduğunu anlayamazlar. Biz tarihselliğe inanırız, onlar ‘an’ların mutlaklığına. Bizim ‘süreç’ insanları olduğumuzu, aklımızın bu minvalde çalıştığını, ellerimizin buna göre iş gördüğünü kavrayamazlar. Hayatın, içimizde patlattıkları bombalara, sonrasındaki yasak ve yalanlara göre şekilleneceğini sanmak ne büyük zavallılıktır oysa.
Tıpkı o fotoğraftaki gibi; akıtılmış ‘oluk oluk’ kanımızın içinde, meydanın bir köşesine savrulmuş, bedeninden kopmuş, öylece yatan o sahipsiz el... Son sözünü, son nefesini ‘barış’ için tüketmiş bir yol arkadaşımızın, nefesdaşımızın eli... Bizim elimiz, yoksul insanlığın, büyük insanlığın eli... Yüzyıllar öncesinden tam da bugüne akan, aklımızda, kulaklarımızda demlenip duran, ‘Zahit bizi tan eyleme’ diye başlayan o kızılbaş nefesten bellediğimiz el:
‘Cümle alemlere rahmet saçar şu yoksul elimiz’
İşte o yoksul ellerimizle yıkacağız zalimlerin sarayını, saltanatını. O yoksul ellerimizle insanlık rahmete, berekete, barışa, eşitliğe erişecek.
Bugün bizi sokağa çıkamaz, sandığa gidemez hale getirmeye çalışanlar bilmezler o ellerin gücünü...
Anlamazlar...
*18 Ekim 2015/Evrensel
- İstanbul seçimi, sazan sarmalı ve Zana’nın trajedisi! 29 Mart 2024 19:51
- Solun ayarını seçimler mi bozuyor, yoksa ayarlar bozuk mu zaten? 09 Temmuz 2023 04:40
- Sosyalistlerin muaf olma hali ya da kaybeden sadece "Burjuva muhalefeti" mi?! 25 Haziran 2023 01:55
- Yenilmek de direnerek olsun, teslim olarak değil! 21 Mayıs 2023 04:40
- 1 Mayıs notları ve 14 Mayıs imkânı 07 Mayıs 2023 02:19
- Tarihi seçimler ve solda sekterlik halleri 30 Nisan 2023 04:17
- ‘Ayşe Teyze’ler, Mahirler varken, seccade konsolidasyonu yeter mi? 09 Nisan 2023 04:56
- Ayhan Bilgen’in ‘yapıcı muhalifliği’ ve bir tür ‘itirafçılık’ hali! 02 Nisan 2023 04:48
- Şapkadan çıkan Erbakan ile ‘bize pusu kurdular’ diyen pusucu nereye koşuyor? 26 Mart 2023 04:40
- 20 Mart’a denk düşen ‘tesadüfler’ ve bir zorunluluk 22 Mart 2023 04:49
- Değişim enerjisi, kuyudaki Akşener ve ‘kazanacak aday’a ilişmek! 12 Mart 2023 10:16
- Yarattığı enkazın altında kalan Akşener’in tarih bile olamama hali! 05 Mart 2023 04:53