‘Cümle aleme rahmet saçan yoksul elimiz’

O kara günden bu yana yaşamımıza eklenmiş, dolmak bilmez bir boşluk... Hepimizin tam ortasında patlatılmış bombalardan yadigâr, herbirimizin yüreğinde, omuzbaşında en az yüz kişilik bir boşluktur şimdi. Şairin ‘yaşamak ağrısı’ dediği şeydir; yaşadığımızdan, nefes alıp verişimizden, yediğimiz içtiğimizden utandıran, boynumuza asılı acıdan kayalar, dağlar...

‘Hayatta kalışımızdan başka üstlenecek suçumuz yok’ oysa! O mahşerin içinden oluşmuş hikâyeler, vurulmuş, parçalanmış bedenlerimizi, lime lime edilmiş ruhumuzu sarıp sarmalayacağımız büyük bir insanlık direncine de işaret eder.  Damla Yeltekin kardeşimizin anlattıkları mesela: 
“Etrafıma baktım ki her yerde kan ve parçalanmış bedenler vardı. İlk etapta çevreme bakmaya korktum daha sonra arkadaşım beni hastaneye götürmek için taşırken çevreme baktım. Çünkü yapılanları görmem lazımdı. Kim olduğumuzu öğrenmek için bazen yaşadıklarımızı görmemiz lazım. Şimdi içimde patlamanın bir paçası var, bana zarar vermediği sürece içimde kalmasını istiyorum. Kim olduğumu, ne olduğumu hatırlatması için...”

İnsanlık dersidir... Evet, yaşadıklarımız, acılarımız bizimdir... Kendimizi tanımamız, kim olduğumuzu anlamamız için aynadır. Bize yaşatılanlar hem kimliğimizi yansıtır, hem de bize bunları yaşatanların kimliğini... 
‘Barışa karnımız tok’ diye meydan okuyan, kaos ve savaşı bir siyasal taktik olarak dibine kadar kullanan, ‘terörle mücadele’ adına toplumu bir korku duvarıyla kuşatmaya çalışan, sokağa saldığı haşerelerle ‘oluk oluk kan akıtacağı’ tehditleri savuran ve sonuçta ‘tek parti iktidarı’ karşılığında halkı rehin almış zalimler...
İyi tanıyoruz onları. 

Ama onlar bizi tanıyamıyorlar hâlâ! 

O meydanda parçalanmış cesetlerimize, sağa sola savrulmuş, ezilmiş, ağlayan, çaresiz halimize, o fotoğrafımıza,  o ‘an’a bakarak bizi esir aldıklarını, yendiklerini düşünürler... O uğursuz ‘an’ların parantezine alıp, oraya kapatmak, orada teslim alıp boğmak isterler, öyle zannederler... Devrimciliğimizin, barışseverliğimizin ardındaki büyük tarihselliği bilmez gafiller.  10 Ekim saat 10.04 de dahil, yendiklerini zannettikleri her ‘an’ın, aslında tarihsel bir sürecin mutlaka ayaklarına dolanacak parçaları olduğunu anlayamazlar. Biz tarihselliğe inanırız, onlar ‘an’ların mutlaklığına... Bizim ‘süreç’ insanları olduğumuzu, aklımızın bu minvalde çalıştığını, ellerimizin buna göre iş gördüğünü kavrayamazlar. Hayatın, içimizde patlattıkları bombalara, sonrasındaki yasak ve yalanlara göre şekilleneceğini sanmak ne büyük zavallılıktır oysa. 

Tıpkı o fotoğraftaki gibi; akıtılmış ‘oluk oluk’ kanımızın içinde, meydanın bir köşesine savrulmuş, bedeninden kopmuş, öylece yatan o sahipsiz el... Son sözünü, son nefesini  ‘barış’ için tüketmiş bir yol arkadaşımızın, nefesdaşımızın eli... Bizim elimiz, yoksul insanlığın, büyük insanlığın eli... Yüzyıllar öncesinden tam da bugüne akan, aklımızda, kulaklarımızda demlenip duran, ‘Zahit bizi tan eyleme’ diye başlayan o kızılbaş  nefesten bellediğimiz el:
‘Cümle alemlere rahmet
Saçar şu yoksul elimiz’ 

İşte o yoksul ellerimizle yıkacağız zalimlerin sarayını, saltanatını. O yoksul ellerimizle insanlık rahmete, berekete, barışa, eşitliğe erişecek...

Bugün bizi sokağa çıkamaz, sandığa gidemez hale getirmeye çalışanlar bilmezler o ellerin gücünü...  
7 Haziran akşamı zafer işaretine kalkan ellerimizi 10 Ekim’de kestiklerini, kırdıklarını, 1 Kasım’a doğru elsiz, ayaksız bıraktıklarını zannederler...

Boynumuzda asılı olsa da yaşamak ağrısı, parmaklarımızın şimdiden zafere, yine zafere kalktığını bilmezler...
Yeneceğimizi ve mutlaka yenileceklerini...

Anlamazlar...

Evrensel'i Takip Et