Deniz\'e dinleme mevzuunda mektup

Sevgili oğul, Başbakan Erdoğan’a dinleme mevzuunda empati duymamak mümkün değil.
Yahu, şu dinleme mevzuundan ne çektik be!
Herkes herkesi dinliyor yaa!
Aslında mertliği bozan bu icadı başlatan bizim “zehir hafiye.”
Hani tüfenk icat oldu mertlik bozuldu misali.
Sahne açılıyor.
Karşınızda alkışlarla, Bay Demirel’in şapkasından çıkma, bodur İçişleri Bakanı Daktır Faruk Sükan! (Biz de olmasak, adını hatırlayacak adam yok ülkede. Ne nakör milletiz!)
Çok mutluydu, ABD’den ithal teknolojik dinleme aletleri geldiğinde.
Devletin adamı dinleme ve birkaç yıl sonra da önüne koyma alışkanlığı 60’lı yılların ikinci yarısında başladı.
1969 yılında Daktır Sükan, “Solcuların nefes alışlarını bile dinliyoruz” demişti de, biz gülmüştük. Çok mutluydu, ABD’den ithal teknolojik dinleme aletleri geldiğinde.
O da ‘Gülün gülün’ demişti herhal. Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu!
Hani övünmek gibi olmasın ama bendeniz de bu modernizmin ilk kurbanlarından biri oldum.
1969 yazında dinlenmişiz; 1971 darbesinden sonra, yazında, Sansaryan Han’da bana dinlettiler. Masis, İlkay ve benim sesim vardı. Kendimi tutamayıp güldüm.
1951 tevkifatından kalma kalın gözlüklü komiser; “Ne gülüyorsun lan, burada film mi oynatıyoruz? Yatırın falakaya da anlasın Hanya’yı Konya’yı!”
Meğer o sırada Işıl Özgentürk de, AKM’yi yaktı diye şubede imiş, beni iki kolumdan sürükleyip götürürlerken görmüş. (O sırada, henüz TKP Konya’daki ünlü 1977 kongresini yapmamıştı!)
O zaman TKP Türkiye’de faaliyette olmayan, küçük bir sürgün grubu idi.
Ne gam, olmasa da, bizim polisimiz savcılarla el ele, aynı bugün nasıl KCK’ye üye kaydediyorsa; o zaman da, zahmet olmasın diye, TKP’ye üye kaydeder, olur biterdi.
Sentetik, kes yapıştırlı ilk dava örneği idi, 1971 yılındaki “Şadi Alkılıç ve arkadaşları davası.”
Aslında sol kimliğe sahip olmaları idi asıl, şanlı devletimiz tarafından suçlu görülmelerinin nedeni. Böylece 1969 yılında, FKF’li, cunta ve Kemalizm karşıtı genç Marksistler olarak yaptığımız seminerler 1971 yılında TKP çalışması olarak gösterildi. (Senin siyaset akademisi davası gibi.)
TKP ile bağlantı kuran senaryo yine şanlı polisimiz ve savcılarımız tarafından oluşturulmuştu.
Çünkü aramızdan öğrenci lideri Harun Karadeniz Londra’ya gitmişti. Kanserdi!
Orada TKP sempatizanı olduğu iddia edilen, Selma Ashword adlı bir hanım tarafından hastaneye götürülmüştü. İşte bu kadın Uluslararası Af Örgütü aktivisti idi.
Zaten Şadi Alkılıç da 1939 yılında, Nazım Hikmet ile birlikte yargılanan genç Harbiyelilerden değil miydi? Beraat etmiş. Ne gam. Adamcağız, 1963 yılında Cumhuriyet gazetesine, “Tek kurtuluş sosyalizm” diye yazar. Mahkum olur. Amnesti İnternational (AI) de ilk kez Türkiye’de onunla ilgili kampanya başlatır. O sırada Selma Hanım (ha bu arada kendileri, ünlü Gazeteci Ömer Sami Coşar’ın kız kardeşidir) herkesle yazışır bu kampanya nedeniyle. ANT dergisinde yazar. Haydar, Doğan ve İnci Özgüden ve derginin diğer yazarları da acele iddianameye duhul olur.
Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki muhaliflerle de ilgilenen AI, bir anda TKP’nin irtibat ofisi yapılır, amatör senarist polis ve savcı kardeşlerimiz tarafından. Eh, hop kardeşim n’oluyor diyen olmayınca, yaratıcılıkta sınır olmaz!
Olsun, adında Enternasyonal var ya! Bundan daha büyük delil olur mu?
Ben tutuklanınca, annem üzülmüş, “Bu çocuğa ben mi sahip çıkamadım” diye. Ama Maltepe’ye ziyarete ve Selime Kışlasına mahkemeye gelip, benim genç yaşımda, Sebahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Piyanist Magdelena Rufer, Azra Erhat, Çetin Özek, Şiar Yalçın gibi seçkin aydınlarla yargılandığımı görünce, kendisini suçlu görmekten vazgeçti; hatta benimle gurur duydu.
Bu devlet, üşenmemiş Azra Erhat, Yaşar Kemal’in eşi Tilda Gökçeli, Magdelena Rufer’in 1965 seçimlerinde yaptığı Fransızca sohbetleri kayda almış, tercüme ettirmiş, tercümenin doğruluğu konusunda da bilirkişi olarak Berke Vardar’ı mahkemeye çağırmış bir devlettir.
Delil mi, “devrim sandıkla olmaz, çatal bıçakla olur” diye mavra yapmış bizim frankofon hatunlar. (Hatta ellerinde kadeh olduğu da rivayet olunur.)
Sonuç: devlet şakadan anlamaz! Lütfen, telefonda daha ciddi olun!
Bu devlet, MEB klasiklerini yayımlayan kurulun başkanı olan Sebahattin Eyünoğlu’na, “Sen 1944’te hapisteki Nazım Hikmet’e Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını yollamışın” diye 1971’de hesap soran, ve onun kahrından kalp krizi geçirip ölmesine neden olan bir devlettir.
(Arkadaş, ben yok şu parti, bu parti, polis, savcı, hakim falan anlamam. Baş sorumlu; özü asla değişmeyen, bukalemun gibi ha bire kabuk değiştiren otoriter/totaliter devlettir benim için. Bize sökmez, hepimiz aynıyız, ama biz Osmanlı bankasıyız söylemi.)
Selimiye’deki Askeri Savcı Albay bana, “Allah’a inanıyor musun” diye soru yöneltmişti. Ona mı kalmış inancımı sormak! Sevgili Atatürkçü ve de Kemalist Askeri Savcı, ona göre solcuyum ya, bir de oradan vurayım havasında idi. (Yoksa Cemaat o zaman mı sızmıştı?! Paralel devlet o zaman da mı vardı?!)
Neyse, senaryo 5 farklı aydın grubunu, “torbaya” doldurup, bütün melaneti TKP’ye bağlamak istemişti. Eh, ne de olsa soğuk savaşın etkisi hâlâ devam ediyordu. Hatta aramızda Cephe/Partiden Necmi ve İlkay da vardı. Böylece senaristler, daha sonra silahlı mücadeleyi savunan arkadaşlarımız nedeniyle, Mahir Çayanları falan da TKP’ye bağlamış oluyordu.
Bu dava kısa zamanda çöktü. Ben temmuzda yakalandığım için 3 ay kaldım. Yazar ve aydınlar ise toplu olarak mayıs ayında rehin alındıkları için 5 ay hapiste kaldılar.
Bugün KCK davasında ise insanların hapislik süresi 5 yıla yaklaşanlar var.
1971 yılındaki yargı ‘askeri’ idi. Fiili bir cunta yönetimi söz konusu idi. Şimdiki ise “sivil”.
O zaman da fezlekeyi polis hazırlar, savcı onu iddianameye dönüştürür, hakim de tutuklardı. Şimdi de özünde aynı.
Ama şunu belirtmeliyiz ki önemli bir “kalite” farkı var arada.
Üstelik o zaman, olağanüstü bir hal, sıkıyönetim söz konusu idi.
Şimdi ise ‘sivil’ yönetim altındayız, ‘olağan’ haldeyiz.
Demek ki 40 küsür yılda şu noktaya gelmişiz:
Olağanüstü=Olağan! Olmuş sadece…
Hasretle kucaklarım seni.

Evrensel'i Takip Et