Devlet korkarsa
Rahmetli Büyükelçi Gündüz Aktan’ın kurduğu iki cümleyi, yaşadıklarımızın şifresini çözmek bakımından hiç unutmam:
1. “Siz Devleti çok mu güçlü sanıyorsunuz?”
2. “Devlet de korkar, korkarsa kötü şeyler olur.”
Bana bunları geçen gün, danışmanlardan birinin, devletin “korunma refleksinden” ve bunun tarihteki kötü sonuçlarından söz etmesi hatırlattı.
Sene 1995, aylardan mart. Yer Cenevre. Bir konferans nedeniyle ilk kez bulunduğum Stockholm’dan Cenevre’ye geçiyorum. Orada bulunma nedenim: Birleşmiş Milletlerin yıllık İnsan Hakları Komisyonu toplantısı. Statümüz; BM nezdinde gözlemci statüsü olan Uluslararası İnsan Hakları Delegasyonu içinde yer almamız… Akın Birdal, Nazmi Gür ve bendeniz… Yabancı dil nedeniyle, bir sürü işin yükü sırtımda…
Federasyonun çiçeği burnunda yeni üyesiyiz. Ama resmen Bakanlar Kurulu izni gerektiği için, bu üyelik, aynı Türkiye Yayıncılar Birliği üyeliği gibi, Türkiye ayağında tescil edilmemiş durumda. Üyelik görüşmesinde Federasyonun yönelttiği tek soru, “Ermeni Jenosidi” konusunda ne düşünüyorsunuz” oluyor. Benim yanıtım; Ternon davasında İnsan Hakları Aktivisti ANZ’nin 2 yıl hapse mahkum olduğunu belirtmek oluyor. “Tamam” diyorlar. Bir süre sonra Akın Birdal, FIDH genel başkanları arasındaki yerini alıyor. Çünkü Türkiye Çin, İran, Kuzey Kore gibi en “sorunlu” ülkeler arasında. Nitekim 2-3 yıl sonra Akın Birdal, 28 Şubat ekibinin suikastına uğruyor.
Korkunç 2 yılı geride bırakmışız, duayen Gazeteci Doğan Özgüden’in deyişi ile “dehşet yılları.”
Yargısız infazların, köy ve kent (Şırnak, Lice) yakmaların, tehcirin (zorunlu göç), gazeteci suikastlarının, yurtsever basına yönelik baskının zirve yaptığı yıllar…
Dolayısıyla, Federasyon bize de ana kurulda konuşma hakkı veriyor. Akın Birdal’ın konuşma yapmasından bir iki gün önce, “Federasyonun burada bulunmasının nedeni, dünya çapında insan haklarının savunulması için, devletler nezdinde lobi yapmak; niçin bir devlet olarak Türkiye ile insan hakları için lobi yapmıyoruz” diyorum. Ve BM nezdinde Cenevre’de Büyükelçi olarak bulunan Gündüz Aktan’dan randevu istiyoruz. Toplantıları sürekli izleyip not alan genç diplomat Zeynep Hanım’a salon girişinde yöneldiğinde benden ürktüğünü hissediyorum.
Türk diplomatları dünyada en defansif diplomatlar arasındadır. Bunun bir diğer parçası ise agresifliktir. Ve bu agresifliğin, nedenlerinden biri de, Türk diplomatlarının bir çeşit “vendetta”, yani kan davası duygusudur. Çünkü Türk devlet mekanizması içinde şiddet eylemlerinden dolayı en fazla kurban veren gruplar arasında diplomatlarımızın olmasıdır. Dolayısıyla “soykırım inkarcılığında” duygusal bir zemin de vardır.
Bir Şükrü Elekdağ (CHP’li), bir Gündüz Aktan, ya da Osman Bölükbaşı, “soykırım” deyince aynı refleksi verir. “Monşer” diye nitelenen eski diplomatların CHP yanında MHP’den de yana tercih kullanmasının, tamamen “duygusal” nedenlerinden biri de budur.
Ancak, Gündüz Aktan’ın entelektüel yanı olduğunu da kabul etmeliyiz. Turgut Özal rotayı yeniden AB doğrultusuna yönelttiğinde, Türkiye’nin imajında 12 Eylül’ün yarattığı tahribatı gidermek için kendi imzası ile Fransızca yayınlanan ve Türkiye’nin Osmanlıdan bu yana Avrupa uygarlık ve geleneğinin bir parçası olduğunu anlatan kitabının gerçek yazarı da Gündüz Aktan’dı.
Evet, “lobicilik” yaparken, Gündüz Aktan, bize “ders” vermeye de çalışmış, sadece insan hakları alanı değil, bir de “insani hukuk” alanı olduğunu söylemişti. Yani de facto, bölgede bir “savaş hali” olduğunu dile getirmiş, insan hakları ihlallerinden söz etmenin “abes” olduğunu hatırlatmıştı.
Ne yazık ki, gerçek dünyada da, devletler bu olayı aslında bir “savaş hali” kabul ediyor ve yaşanan vahşete gözlerini kapatıyordu.
Biz de, Gündüz Aktan’a “insanı hukukun”, savaş halinin de “kuralları” olduğu, bunların pervasızca ihlal edildiğini; Türkiye’nin ne insan haklarını ne de insani hukuku kale aldığını, kendi çıkarına göre seçmecilik olduğunu belirttik.
Sonra, bir diplomat olarak zor durumda kendilerinin kaldığını, Ankara’yı Türkiye’nin içine düştüğü itibarsız durumda dolayı uyarmaları gerektiğini, hükümete perspektif sunmaları gerektiğini söyledik.
Sanki dünyanın umurundaydı, o sıralarda Kürt trajedisi paralelinde, sıcağı sıcağına bir Bosna, olayı yaşanmaktadır.
Cenevre’deki BM İnsan Hakları Komiserliği ofisinde koridorlarda, kağıt paletleri üzerinde son raporlar yığılıyor; bir süre sonra yenilerine yer açmak için eskileri çöpe yollanıyordu.
Evet, Gündüz Aktan bize, aynı “insan” gibi devletin de korkabileceğini, devlet korkarsa da “kötü şeyler yaşanacağını” söyleyerek, hem bütün yaşananları kabul etmiş, tüm yaşananları rasyonalize etmeye çalışmıştı.
Ve devletin “güçlü” değil, “zayıf” olduğunu ifade etmişti. Yani bütün yaşanan vahşet, “bir savunma refleksi” idi.
Sonra kibarca tokalaştık, ertesi gün BM insan hakları komisyonundaki sunumumuzu yaptık. Gündüz Bey de sunumunu yaptı. Anlattıklarımızın “doğru olmadığını” söyledi, hepsini “çürüttü”...
Daha sonra uluslararası bir iki toplantıda kendisiyle bir araya geldim, elbette karşı kamplarda idik. O inkarcı kampın “akıllı ve kibar” savunucusu idi.
Bunlardan birinde, kendisiyle konuşurken, onda da bir “devlet korkusu” olduğunu hissettim. Kapı kulu olduktan sonra nasıl olmasın? Ne kadar “entelektüel” olursanız olun. Onun hikayesi de bir başka sefere.
Devletin ona yüklediği sorumlulukların altında, Gündüz Aktan genç sayılabilecek bir yaşta öldü. Allah rahmet eylesin.
Evrensel'i Takip Et