20 Ekim 2012 12:54

Akıl sır meselesi (2)

Kirvem, Geçen mektubumda “Allah’ın işine akıl sır ermez” ya da “Allah’ın işine karışılmaz” deyimleriyle bir bakıma akıl erdiremediğimiz işleri Allah’a havale ettiğimizi belirtirken, öte yandan da dünya denen şu alemde birer “insan” veya toplum olarak yaptığımız sürü sepet işlere gerçekten de bizatihi kendimiz de acaba akıl sır erdirebiliyor muyuz deyip, bu bapta cevap aramıştım.
Şimdi lafa bıraktığımız yerden devam edersek diyeceğim o ki, işi zaten başından aşkın olan yüce Tanrı’nın yedi kat göklerdeki kapısını ikide bir tıktıklayıp başını ağrıtmaktansa, kendi göbeğimizi kendimiz kesip, kendi başımızın çaresine bakmamız galiba en iyisi!
Üstelik bizleri yaratırken lütfedip kafataslarımızın içine yerleştirdiği ve her biri başlı başına birer “akıl küpü” olan beyinlerimiz sayesinde çalışıp, çabalayıp bilumum işlerimizi hal yoluna koymamız gerekirken, bunu, şu ya da bu sebeple başaramadığımızda, kimilerimiz camilerin, havra veya kiliselerin yolunu tutup, dertlerimize derman bulması için el açıp Allah’a yalvardığımıza göre, demek ki O’nun diğer canlılara bahşetmediği, ama biz insanlara fazlasıyla bonkör davranıp, deyim yerindeyse bol kepçe dağıttığı beyinlerimizi yeterince kullanmayıp bu konuda fazlasıyla tembellik, hatta belki de nankörlük mü ediyoruz zo!
Gerçekten de şu köhne alemde şeytanın bile akıl sır erdiremediği irili-ufaklı meselelerimizi, ipe sapa gelmez sorunlarımızı kazasız belasız çözmemiz için öncelikle başımızın tacı olan beyinlerimizi, onun yavrusu olan beyinciklerimizi arada bir arap sabunuyla yıkayıp, fırsat buldukça beş numara gres veya ince makine yağlarıyla yağlayıp, pörsümüş, eskimiş yerlerini inceden inceye onarıp, gerekirse sil baştan rektifiye edip, ardından da başımız sıkıştığında, her an imdadımıza yetişmesi için bu türlü tedbirleri önceden almaktansa, çoğunlukla tam aksine davranıp, bir kenarda sanki paslanmaya mı bırakıyoruz ne!
Sonra?..
Sonra insanlık tarihi boyunca bitip tükenmeyen, dönüp dolanıp eninde sonunda nihayet bir tek cümlede özetlenen, hani şu meşhur gavurca deyimiyle “homo homini lupus”  ya da bir zamanlar Güneş Dil Teorisi’nce tüm dillerin “ana” sı olduğunu iddia edip, sonra da bu bapta dikiş tutturamayınca bu sevdadan vazgeçtiğimiz, o güzel Türkçemizle “İnsan insanın kurdudur” deyip noktaladığımız bu ifadeye bakılırsa, anlaşılan o ki, bir taraftan “insan”lığımıza toz kondurmazken, hemen akabinde de birbirlerimizi tıpkı birer ağaçkakan gibi gagalayıp, tahtakurusu misali içten içe kemirmeyi huy edinip marifet bellemişiz ka yavrum!
Huyumuz batsın!
Batsın, hatta özüme kalırsa yer ile yeksan olsun; çünkü iliklerimize, genlerimize ya da kimisi A, kimisi B, AB, ya da O, kimileri RH pozitif veya negatif derken, eninde sonunda hepsi de aynı soyun sopu, hepsi de “al”, tümü de “kırmızı” olan kanlarımızın mini minnacık al ve ak hücrelerine kadar işleyip orada yuva kuran huylarımızın tümünün canı cehenneme!
Hepsi de birbirinden “kaknem”, hepsi de bir diğerinden “zelil” bu “insan”i huylarımız yüzünden şu kırtıpil alemde iki yakamız bir araya gelmediği için kimilerimiz durup dururken diğerlerinin aklına nedense turp sıkıyor, kimilerimiz aklını peynir ekmekle yemekle meşgulken, diğer taraftan da aklı bir karış havada olanlar, korkularından akılları bilmem nerelerine karışanlar, aklından zoru olanlar, akıl vermek için sıraya girenler, akıl kumkumalarına akıl danışanlar, akılları çileden/zıvanadan çıkanlar, akıl fukarasıyken akıl hocası kesilenler, akıldan yana züğürtler, akıllılık taslayanlar, akılsız dost yerine akıllı düşmanı tercih edenlerle, keza her şeye akıl sır erdirmeye kalkışınca feleklerini tümden şaşıranların hepsi de, dönüp dolanıp işlerini nihayet Allah’a havale ettiklerinde “mesele”ler çözülmediği gibi, tam aksine tren katarları gibi birbirinin peşi sıra dizilip uzayıp gidiyor!
Kimilerimiz paslı, kimilerimiz örümcek ağını andıran beyinlerimizin “iz”inde yürürken, şu ya da bu şekilde tökezleyince, seçtiğimiz “yol”un bizleri yanlış “menzil”lere doğru sürüklediğini göz göre göre görüp, yine de aynı istikamette, aynı rotada gitmeyi, tıpkı Nuh deyip peygamber dememeyi hüner belleyen inatla sürdürüp, ardından da kaf dağındaki burnumuzun affedersiniz bilmem neye saplandığını görünce, bu kez de geç kalmış Tatar ağaları misali ah vahlar eşliğinde tornistan ediyoruz ama, o zaman da iş işten geçoor ağparik!
Nitekim şu sıralar “Yola çıktım Mardin’e/ Düştüm senin derdine” türküsünü tutturup, öte taraftan da komşumuz Suriye’ye illa da “demokrasi” getireceğiz diye kendi kendimize gelin güveyi olup dertlenirken, aynı zamanda da  sınır ilimiz Mardin’den yola çıktığımızda üç, hadi bilemedin dört saat sonra tanklarımızla, toplarımızla Şam’da şeker, Halep’te lahmacun, Hama’da humus yiyebileceğimizin hesaplarını televizyon ekranlarından dillendiren, hepsi de birbirinden “akıl”lı ve de yetkili zevata bakılırsa; mavi camdan, pembe gözlükle görünen o ki, gözümüzün nuru “memetçik”lerimizin cemi cümlesi de neredeyse hemen her öğünde yemekten bıktıkları konserve barbunya pilakisi, haşlanmış mercimek yerine, en kısa zamanda Şam’da sebilullah dağıtılan bu şeker şöleninden, Halep fırınlarında taze taze pişen acılı, buğusu üstünde tüten mis kokulu lahmacunlarının yanı sıra, keza erimiş sıcak tereyağıyla servis edilen bol nohutlu, tahinli, kırmızı biberli humus bereketinden bolca nasiplenecekler Kirvem!
Hadi hayırlısı!

evrensel.net

Mıgırdiç Margosyan

Akıl sır meselesi (2)
0:00 0:00
1.00x
0:00 / 0:00
1.00x

Evrensel'i Takip Et