Çözümsüz barış, nedensiz savaş olur mu?
1 Eylül Barış Günü’nden geçtik…
İçerideki 30 senelik Kürt savaşının üzerine şimdi ‘komşu’yla savaş halinin de eklenmesiyle, savaş gürültüsünün kapsama alanının giderek genişlediği bir ülke fotoğrafı var önümüzde…
İçerde savaş, dışarıda savaş…
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’, sizlere ömür!
Aslında kendilerinin dilinde hep eğreti durmuş bu düstûrun, ülkeyi yönetenler nezdinde artık zerre kadar bir karşılığının kalmadığı bu tablo içerisinde, ‘barış’ demek elbette daha zor…
Ama çok daha da önemli!
İki açıdan böyle…
Birincisi, yakıcı bir savaş ikliminin ortasında barışı savunuyor olmak açısından…
İkincisi, barışı savunmanın böyle konjonktürlerde hiç bir demagojiye yer bırakmayacak ölçüde net bir içeriğe kavuşması… Savaşa saplanmış devlet politikasının tamamen elini çekmesiyle, ‘barış’ın gerçek savunucularının elinde daha da değerlenmiş bir ‘mevzi’ haline gelmesi…
Deyim yerindeyse, hep resmi konseptlerin dolaylı-dolaysız vizelerine endeksli ‘tatlı su barışçılığı’nın rafa kalktığı böyle dönemler, tarihsel-güncel bağlamlarıyla anlamlandırılmış gerçek bir barış savunuculuğu hem daha önemli hem de daha değerlidir...
***
Gerçek mi değil mi, nedir ölçümüz?
Çok basit; bir ihtiyaç olarak saptanmışsa eğer, barışı ihtiyaç haline getirmiş bir zemin ve koşullar var demektir. İşte ‘barış’ denilen, bu zemin ve koşulları değiştirme eyleminden koparılıyorsa, en iyimser ifadeyle, boşlukta çınlayan ‘hoş bir seda’dan başka bir şey değildir.
Oysa barış, lamı cimi yok, açık bir mücadele konusudur:
Barışı gerektiren koşulları değiştirme mücadelesi...
Barış mücadelesi…
Bugün, daha bir boyutlanmış savaşın acil bir barışla nihayet bulmasını istemek insan hümanizmasının doğal bir tezahürü sayılabilir.
Ama bir şeyi istemek ile ona ulaşmak aynı şeyler değil.
Neden-sonuç ilişkisi bağlamında sorulacak sorulara yanıt vermeyen bir savaş ve şiddet karşıtlığının, politik olarak kayda değer bir anlam üretmeyeceği de açık olmalı…
Barışı acil bir ihtiyaç haline getiren bu savaş neden çıkmıştı?
Üzerinden atlanamayacak soru budur!
***
Evet, bir savaş var ve bu, tarihsel-siyasal bir sorun üzerinden boy veren bir savaş…
30 yıldır da sürüyor…
Bu savaşlı son 30 yılın Kürt bölgesinde ve batıda biriktirdiği siyasal birikim, o tarihsel sorunun çözümünün ‘siyasetten’ gerçekleşmesine uygun bir simetrik profil sağlayamadı maalesef.
Batı’da, çeşitli dolayımlarıyla birlikte, devletin resmi siyasetinin hegemonyası kırılamadı bir türlü…
Bundandır ki, geleneksel ‘kırmızı çizgilerini’ güncelleyerek, biraz revize ederek korumaya çalışan devlet politikası, ‘evinde’, yani Batı’da, kendisini aksine zorlayacak bir siyasal muhalefetin de olmamasının da avantajıyla, meseleyi savaşarak çözmekte ısrar etti hep.
Çeşitli arayışlar, sınamalar oldu elbette…
Açılım söylemleri, Oslo ve İmralı görüşmeleri vs…
Ayrıntıları tartışılır ama özünde bir çözüm iradesi ve eğilimini yansıtmıyordu…
Öteleme ve oyalama kaygılarının ifadesi oldukları görüldü…
Sonuçta, savaş ısrarı silahlı Kürdün dışındaki siyasal Kürt birikimine de yöneldi ve malum KCK operasyonlarıyla da zaptiyeye havale edildi Kürt siyasetçisi…
İşin matematiği şudur ki; siyaset yollarının tıkanması, doğal olarak, Kürt tarafında da çubuğun savaşa bükülmesini zorladı.
Savaş-siyaset denklemi tam da böyle işlemiyor mu zaten?
***
Antep’teki şu son karanlık saldırının ve Şemdinli başta olmak üzere bölgede artan gerilla etkinliğinin üzerinden dolaşıma sürülen bütün o acılı, ajitasyonlu, linçci, intikamcı duygu seli, gerçeğin bu boyutunu perdeliyor, sorgulatmıyor.
Savaşa ve şiddete karşı olduğunu söyleyen ve savaşın tırmanmasında Kürtleri suçlayan çoğu “iyi gün” barışçısının ‘ayrıntı’ deyip geçtiği bu tablo nasıl görmezden gelinebilir?
Bu noktaya nasıl gelindi sorusunu, örneğin, “KCK” denilerek, her gün, her saat gözlerimizin önünde sahnelenen o siyaseti hapsetme oyununu göz ardı ederek yanıtlamak ne kadar mümkün olabilir ki?
Evet, gerçekçi olalım; herkesin burnunun dibinde, gözler önünde canlı, kanlı bir savaş sürmekte. Hep ‘tek taraflı’ kalmış ateşkes dönemlerinde unutturulan, çözümü ötelenen bir savaş ve o savaşın üzerinde boy verdiği devasa bir sorun; Kürt sorunu…
Sorun var, savaş var ama çözüm yok…
Çözümü tartışmak gerek!
Çözüme değmeyen, çözüm önermeyen, öfkeye yenik hiçbir yas, hiçbir acı, hiçbir yangın, hiçbir ‘intikam’, dönüp kendisini kışkırtmaktan, kendisini misliyle katlamaktan başka bir anlam taşımıyor.
Yasa yas, acıya acı, yangına yangın, intikama intikam katmak istenmiyorsa, nedenleri olan bir savaşın, nedenleri ortadan kaldırılmadıkça süreceği gerçeği ıskalanılmamalı artık.
***
İçi boş bir şiddet karşıtlığı değil, savaşın nedenlerini ortadan kaldıracak bir barış ve çözüm mücadelesidir, ölümleri durduracak.
Bu ‘savaş bitsin’ temennisi, ‘savaş neden başlamıştı?’ sorusunu atlarsa eğer, hayata nüfuz etmeyen bir duygu kırıntısı olarak kalmaya mahkumdur.
Çözüm de barışçılık da, devlet makamından söylene gelen “güvenlik” ve “terörle mücadele” ezberlerini sorgulamaktan geçiyor…
‘Yurtta sulh’a kat’i surette geçit yokken…
‘Cihanda sulh’ ise Amerika’ya emanet edilmiş, El Kaideci, Selefi çetecilerle birlikte Suriye’de bir iç savaşa girişilmişken…
Daha büyük bir ‘güvenlik’ ve ‘terör’ sorunu olabilir mi hiç!
Bundandır ki, halkların barışı güvenliğimiz için hayatidir…
Barış için barış mücadelesine; barış mücadelesi için ise Kürdün Türk’e, Türkün de Kürde ihtiyacı her geçen gün daha bir yakıcılaşmaktadır...
Savaşta da, barışta da, gidişat, bu ihtiyaca ne kadar yanıt olunacağıyla belirlenecektir...
Evrensel'i Takip Et