Kardeşliğin ‘meşru’ yolu!

Ayrıntıları biliniyor; Cumhuriyet’in tarihi, Türklükten ve Sünni-İslam’dan başka bir aidiyet ya da ‘aidiyetsizliğin’ dışlanarak adeta suç olarak algılatıldığı bir toplumsal-siyasal-kültürel iklimin inşasının da tarihidir. İnkâr ve eşitsizlik üzerine temellendirilmiş bu halklar-inançlar statükosunun, her sıkıştığında kullandığı “kadim ortak değerlerimiz” ya da “bin yıllık kardeşliğimiz” vb. söylemlerin de aslında karşısındakini ‘egemen’ olana göre tanımlamanın ötesinde bir anlam içermediği ortada. Alevileri veya Kürtleri ‘formatlamaya’ çalışmak gibi…

Bugünlerde çokça yapılıyor; “Siz Alevisiniz, kabul, ama Alevi’nin şöyle şöyle olması gerekmez mi?​” gibisinden “babacan” bir hassasiyetle Alevilere koordinatlar biçiliyor yine. “Neden Ali gibi namaz kılmıyorsunuz?... Namaz kılmadan, hacca gitmeden nasıl Alevi olunabilir ki?... Ali’nin ibadet yeri Camiydi, Cemevini neden ibadet yeri belliyorsunuz ki?…”, vb. sor(g)uların arkasından, o meşhur, “Alevilik Ali’yi sevmekse eğer ben de en az sizin kadar Aleviyim… “ tiradını atan yobaz yaklaşım fink atıyor ortalıkta…
Otururlar Aleviliği konuşmaya; bir Sünni bilirkişi ya da bir Diyanet uleması ‘inzibat’ gibi dikilir başköşede. Alevi ne derse desin, son söz inzibatındır! Ona sorulur; siz ne diyorsunuz efendim?...
Peki hiç gördünüz mü; ‘Sünni-İslam’ın konuşulduğu herhangi bir yerde Alevi bir temsilciye de yer verilmiş olsun?
Bu olmaz ama Aleviliğin, Sünni-İslam kriterleriyle sınava tutulmaması ise hiç olmaz!
Din tartışmaları Sünni-İslam literatürüyle yapılır ya da Sünni-İslam sistematiğine sıkıştırılır ve “Alevilik, Aliyi sevmektir” kestirmeciliğiyle tam da asimilasyon yapılır. Alevilik Sünnice tanımlanır…
Tarih boyunca ‘Ümmet’ten dışlanmış Aleviler, böylesi bir tarih yaşanmamış gibi, şimdi camiye çağrılır.
Söz konusu asimilasyon olunca, atılamayacak takla kalmıyor elbette. Mesele, adeta ’Görülmüştür’ damgalı bir Alevilik inşa edip, gerçekte, tanımış gibi yaparken yok etmektir çünkü.
Eşit olmayanların “kardeşliği” de böyle tecelli ediyor işte!
Diyanet’le biçilmiş ‘sıfır yasallık’ kostümüne sığdırılmaya çalışılan Aleviliğin ve Alevilerin önünde tek hareket noktası kalıyor aslında:
Yasallık değil meşruiyet!
Evet, bütün ibadet yerleri meşrudur, yasallık aramaya da gerek yoktur!

Kürtlere de büyük bir aşkla kardeşlik ilanları yapıldığı, malum!
“Kardeşiz ve bin yıllık bu kardeşliği bozmaya çalışanlar var”!
Aptallara masallar hiç bitmiyor yani…
Kardeşlik eşit koşullarda mümkündür oysa ve bugünkü tarihsel eşitsizliğe, bugüne kadar olmayan bir başka gelişme daha eklendi artık: Kürtler eşit olmayanların kardeşliğinin de olamayacağını biliyorlar artık. Toplumsal ölçekli bir itirazları, aslında isyanları var. Böylesi bir “kardeşliğe” isyan ediyor Kürtler. Ve bu isyan, gerçek bir kardeşliğin de yol haritası oluyor aslında. Yol haritası, eşitliğe işaret ediyor. Kürtler, epeydir, Türklerle eşit olmak dışında ‘birlikte yaşamanın’ koşullarının giderek sınırlandığını söylüyorlar.
14 Temmuz’da tanık olduğumuz o “Diyarbakır’ın düşman işgalinden kurtarılması” görüntüleri sonrası ifade edilen, “Devlet artık Kürdistan’da meşruiyetini yitirmiştir” tespiti bu açıdan okunmaya değerdir.
Kardeşlik için ‘özerklik’ demişti Kürtler. Yanıtını 14 Temmuz’da bir kez daha aldılar. Ama kaçınılmazdır; her yanıt, yeni ve farklı düzeyde yeni karşı yanıtlar üretir mutlaka.

Diyarbakır’da yaşananlar, ‘yasal olan’ ile ‘meşru olan’ arasındaki makasın nereye kadar açıldığının çarpıcı bir göstergesi oldu. İki tarafın da yasallık ve meşruluk opsiyonları, limitleri giderek değişmiştir.
Devlet, ‘yasallık’ cenderesini kendi güvenlik kriterlerine, ihtiyaçlarına göre daha çok daraltmakta ve aslında sıfırlamaktadır. En sıradan bir hak olan gösteri ve ifade özgürlüğü Kürt legal siyaseti açısından en asgari düzeye sabitlenmektedir. Ve Kürtlere biçilen bu “sıfır yasallık”a paralel olarak, devlet, kendi kolluk gücüne, güvenlik politikasına alabildiğince ‘meşruiyet’ tanımaktadır.
Kürtlerde de artık ‘yasallık’ ‘meşruluk’ düzlemi yeniden şekillenmiştir. Devletin tanıdığı yasallık çok çok daraldığı için, bu dar çerçeveye sığmayı, sığdırılmayı reddeden Kürtler, yasallığı değil, meşruiyeti esas almaktadır. Meşruiyetin kaynağı da ‘yasallık’ değil, haklılıktır. Haklılık ve elbette ki hakları için ayağa kalkmış halklılık!
‘Demokratik özerklik’ böyle bir meşruiyetin ilanıydı işte! Yüzde 65 oy alınan bir ilde miting yapılması bile yasaklanıyorsa, bu yasağa uymamak ne kadar doğru ve meşruysa; böylesi bir yasak, çözüm için ileri sürülen ‘özerklik’ talebinin ne kadar meşru olduğunu da göstermiştir aslında.

Devletin meşruiyetini kaybettiğine dair vurgu ve en ‘yasal’ mücadelenin bile ‘yasallık’ çerçevesinde değil de meşruiyet düzleminde gerçekleştirilme zorunluluğu, geleceğe dair önemli verilerdir. Zorla birliktelik mümkün değil artık ve Kürt böylesi bir ‘profile’ sığdırılamayacak ölçüde gelişti. Politik olarak katettiği bu gelişim evresine uygun bir alternatif sunulmazsa, nelerin olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.
Kendi alternatifini dayatacaktır. ‘Özerklik’ denince verilen yanıt devletin son iki üç yıllık ‘kasılmaları’ ile ortada. ‘KCK operasyonları’ buna bir yanıt oldu mesela. Silahlıyla baş edemedim bari silahsızı halledeyim aklı, fikri ve zikri ‘özerklik’ talebinin karşılığıydı. Ama unutulmasın, talepler de nesnel ve öznel koşullara göre yeniden şekillenirler. İlelebet yerinde saymazlar, dinamiktirler. Bugün özerkliğe, anadilde eğitime ‘bölünürüz’ diye saldıranlar, yarın bu talepleri mumla arayacak duruma düşerlerse, kendileri dışında şaşıracak kimse olmaz herhalde!
Aylardır o çok dayılanılan Suriye cephesinde, Kobani’de Kürt halk komitelerinin yönetimi almasına şaşırmışlar mıdır dersiniz?!
Ne demiştik başlarken; eşit olmayanların kardeşliği olmaz ve gerçekten kardeşliğin ‘meşru’ yolları saymakla bitmez!

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et