04 Şubat 2012 09:34

‘Köprü’!

‘Köprü’!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

“Orada bulunan kemikler oğluma ait olsun diye dua ediyorum” diyen bir babadır, Süleyman Yıldız…
Şimdi 68 yaşındadır ve oğlu Mehmet Yıldız 1994 yılından bu yana “kayıp”tır…  
“Keşke benim babamın kemiği çıksaydı diye sevinebilir mi insan!” diye soran ise, 1997’de 70 yaşındayken Diyarbakır Kulp’ta gözaltına alınan ve kaybedilen Fikri Özgen’in oğlu Nevzat Özgen’dir…
İnsani yaşam kriterlerinin az çok karşılığının olduğu başka bir yerde birilerine anlatılsa bu sözler, “senarist de ne fantastik bir film sahnesi yazmış böyle” şeklinde yorumlanırdı herhalde!
Oysa onlar binlerce kayıp yakınından sadece ikisidir ve Kürdün hayatına tam ortasından kanlı bir bıçak gibi saplanmış o ahlaksız ve kirli mi kirli ‘özel harpçi’ kırımın yaşattığı trajedinin içinden konuşmaktadırlar.
Ve tahmin edilmesi bile pek mümkün olamayacak, bambaşka bir insanlık halini anlatmakta olan o sözler, karanlık bir tarihin şifreleri yerine de okunabilir elbette.
Çözemediği, baş edemediği bir sorundan, insanı kaybedip “yok ederek” kurtulabileceğini, kendisini ancak böyle yeniden üretebileceğini zanneden, varlığıyla koşut karanlık tarihinin şekillendirdiği o zulüm uygarlığı!
Şimdi Diyarbakır İç Kale’de eski JİTEM üssünde çıkan kemikler, işte bu özel mi özel “medeniyetin” gün yüzüne vurmuş izleridir de.
Artık haritası bile çıkarılmış yüzlerce toplu mezarda yatan binlerce insanın kemikleri gibi…
Evet, izler açıktır, belirgindir ve her biri devlet iktidarını işaret etmektedir.
Peki bu “medeniyeti” yaratan politikalara ihtiyaç duyup hayata geçirenler, çözebildiler mi o sorunu?
Hayır!
Onları çözümsüzlüğün girdabında döndürüp duran malum ‘terörle mücadele’ politikasından vazgeçtiler mi?
Hayır!
Böyleyse eğer, farklı dozaj ve biçimlerde de olsa halen o bilindik ‘güvenlik’ politikalarından medet uman bir devlet iktidarının, kendi karanlık tarihiyle gerçekten “yüzleşmesi”, hesaplaşması mümkün müdür?
Elbette ki hayır!
***
İç Kale’de bulunan kafatası sayısı 26’yı bulmuşken, “Biz burada, 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz” diyordu Başbakan. Ve “Bayrak şairi” diye nam yapmış, tepeden tırnağa Türklükle hemhal Arif Nihat Asya’dan bir alıntıyla “tarihsel” misyonunun altını çiziyordu iktidarının: “Diyor ki Arif Nihat Asya; ‘içimizden biri köprü olmaya razı olmazsa, kıyamete kadar bu suyun kıyılarını bekleriz’… Biz bu köprüyü kurmanın, bir köprü olmanın mücadelesi içindeyiz.”   
Böylesine iddialı bir makamdan konuşan Başbakan’dan, en azından şu söz konusu ettiğimiz yakın zaman “medeniyetinin” izleriyle ilgilenmesi beklenirdi değil mi?
Pek de ilgilendiler zaten; BDP’nin verdiği, CHP’nin de desteklediği Faili Meçhulleri ve Kayıpları Araştırma Komisyonu kurma önerisi, AKP’lilerce reddedildi!
Gerekçe ise tam da tüccarlara yakışır cinstendi: Toplumun Çek Kanunu’nu beklediği bir anda BDP’nin önerisini kabul edemeyeceklerini ve Çek Kanunu’nun görüşülmesi gerektiğini, vs…vs…
Şimdi JİTEM marifetlerinin köklü bir şekilde araştırılmasını reddeden bir iktidarın, ne tarafa “köprü” kurduğu açık değil midir? Varsa bir köprü, o dönem görev yapmış devlet yetkililerini korumaya ve bizatihi o devlet politikasına dönük kurulmuştur.
Bu ‘köprü’ imgesine dair Başbakan’ın ve iktidarının sergilediği gerçeklik, kastedildiği gibi, hiç de “suyun karşısına geçmeyi” işaret etmemektedir.
Sözgelimi, ‘90’lı yıllarda arka arkaya öldürülen Kürt gazeteciler için, özel harpçiliğin piri  Demirel, “onlar gazeteci değil, terörist” demişti değil mi?
Peki Başbakan’ın şu sözleri Demirel’in ruhunu yansıtmıyor mu: “Gözaltına alınanlar gazeteci değil birer terörist. Hatta içlerinde sapık olanı da var...”
Alın size, Demirel’e ve ‘90’lara bağlanmış bir köprü işte!
Yine, “Teröre destek veren Kürt işadamlarının listesi elimizde” demişti ya Çiller. Sonrasında da arka arkaya infazlar…
Şimdi ise, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün savcı ve yargıçlarla birlikte düzenlediği toplantılarda alınan kararlar üzerinden şekillendirilen ve “Terörün finansmanının önlenmesi ve malvarlıklarının dondurulması”na yönelik tasarı Meclis gündemine gelmiş durumda.
AKP “köprüsü” Çiller’e de uzanmasaydı ayıp olurdu gerçekten!
Başbakan’ın “elbette ki dindar gençlik yetiştireceğiz” sözleri ise malumun ilanı zaten. Farklı inançları ve ateistleri peşinen “hesap dışı” sayan, Sünni-Müslüman-Türk potasında bir asimilasyonun düşüyle motive olmuş bir iktidarın kuracağı köprüden, 12 Eylül’ün şaha kaldırdığı Türk-İslam sentezciliğinden başka nereye varılır ki?
Tıpkı, Hükümetin “yufkacısı” Arınç’ın şu ‘yumuşak diken’ misali sözlerinde yansıyan yaklaşımdan o yüz yıllık yıllanmış inkâra uzayan “köprü” gibi:
“Kürtçe, bir dildir, bizimkinden üç beş harfi eksik de olsa bir alfabesi de vardır (kimden duymuşsa artık Beyefendi; Kürtçe alfabenin eksiği yok fazlası vardır oysa! ). Ama medeniyet dili değildir, asla eğitim dili olamaz. Zaten Kürtlerin böyle bir talebi yok. Bugüne kadar ‘Kürtçe eğitim iyi olur’ diyen sadece iki kişiye rastladım o bölgede.” !!!
***
“Köprü olmazsak kıyamete kadar bu suyun kıyılarını bekleriz!” sözlerinden esinlenen Erdoğan’ın kendisini kandırmasına hiç gerek yok aslında.
Kıyamete kadar olmasa da, bu hiç bitmeyecekmiş gibi üzerinde tepindiği iktidar saltanatından (çok da uzun olmayacak bir sürede) devrilene kadar, ne köprü olmasının ne de köprü kurmasının bir alemi var.
O devlet ve sermaye suyunun kıyılarında yetişip semirmiş, o suyla beslenmiş bir iktidara, o suyun kıyılarında bekçilik yapmak yakışır sadece!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...