23 Kasım 2014 05:58

‘Amerika’nın keşfi

19. yüzyıla ait madenlerden, işçilerin canı pahasına, 21. yüzyılın ‘enerjisini’ çıkarmaya çalışan bu düzenin ‘saray’ı, bir ticari kumpanyanın statüsünü vurguluyor kaçınılmaz olarak.

Paylaş

Hakkı ÖZDAL

Bundan 1.5 yıl önce, Gezi Parkı’nda tüm gün ‘zaferin’ kutlandığı 2 Haziran pazar günü, dönemin başbakanı, Twitter hakkında “tam bir baş belası” demişti. Lanetlemek üzere aklından ve gönlünden geçenin yalnızca Twitter olmadığı, bir bütün olarak sosyal medyaya, açık ve sansürsüz iletişim kanallarının tümüne ‘bela okuduğu’, aslında o esnada da biliniyordu. Zaten üzerinden 1 yıl bile geçmeden, kendi yetersiz kanunlarını; kapsayıcı bir içerikten çok ‘Avrupalı dostlar alışverişte görsün’ diye çıkarılmış torba yasalarını da çiğneyerek, Twitter’la birlikte, yolsuzluk operasyonu sonrası pıtrak gibi biten ‘tapelerin’ dolaşımda olduğu Youtube sitesini de erişime kapatmıştı.

Sosyal medyaya, özgür medyaya, gerçekte kapitalizmin bir fonksiyonu olarak pek çok da egemen işlev gören ‘burjuva’ medyanın bazı ilkel prensiplerine bile tahammülü olmadığı, bunları tanımadığı bugün artık sayısız kez test edilmiş olan Erdoğan, 1997’de laik bir aydınla girdiği eşitsiz diyalogda, kendi payına düşen ‘düşük ayar münazara’ üslubuyla, Fransız aydınlanmasının silahlarını yanına çağırmıştı. O günlerin popüler tv programı ‘Ceviz Kabuğu’nda, “şeriatçı olduğunu söylemesi” nedeniyle kendisini eleştiren Aziz Nesin’e, ‘kartezyen’ meşrulaştırmalar sıralarken, bu türün mucidi Fransızların ünlü Meydan Larousse ansiklopedisine gönderme yapıyordu: “Bakınız bu söylediklerim... 1985 yılının baskısı, 11. Cildin 764. sayfasına... ”

Ansiklopedi, ‘tür’ün bir handikabı olarak, açıklamaya çalıştığı şeyi olabildiğince indirgeyip, ‘dondurup’, bir ‘terim’e, kullanışlı ama geçici-uçucu bir ‘akıl anahtarı’na dönüştürürken, şeriat kavramının karşısına –son noktada haklı da olarak– “İslam’ın ta kendisi” diye ‘bükülerek’ okunabilecek ifadeler yazmıştı. “Dönemin İstanbul şehremini”, o gün için “Ay’ın arka yüzü” olan, tekçi-totaliter-buyurgan İslamcılığını, Aydınlanma aklının verdiği bir ‘hammadde’yle temize çıkarmaya çalışıyordu. Bu görüntü, ‘iktidar yürüyüşü’nün erken duraklarında çekilmiş ve ciğerlerindeki büyük ‘ilkesizlik tümörü’nü gösteren bir röntgen filmi gibiydi...
* * *
Saray bürokrasisine, Osmanlı ruhbanlarına yamanmış; ‘monarşist devletçi’ tarikatlarla iç içe büyüyen Türk İslamcılığı, devletten büyük oranda uzaklaştırıldığı ‘cumhuriyet’ten itibaren, ‘sağ’ olarak anılagelen muhafazakar koalisyona tutunarak ‘simbiyoz’ yaşadı. Yoksul Anadolu köylüsünün ve emeğinin üzerinde Osmanlı’dan beri tahakküm kurmuş, ağa-eşraf yerel iktidarlarının, tutucu-dinci ideolojik şemsiyesi olan bu ‘sağ’, Türk İslamcısına, ‘daha iyi bir hayatı’ özleyen yoksul köylü kitlelerle temas etme olanağı verdi. Bugün, yaşamlarındaki küçük değişiklikler, bazı küçük maddi ‘ödül’ler ve ‘rüşvet’ler karşılığında siyasal davranış göstermekle suçlandığına tanık olduğumuz, ama nihayetinde bu ‘ulufe’ sistemini ‘rızasıyla’ ayakta tutan, ülkenin tüm ‘banliyö’lerindeki insanlar; İpek Yolu’nun buharlaşmasıyla ekonomik olarak çözülmüş-çökmüş Türk köyünden, kasabaya, kente ve nihayet ‘metropol’e yığılarak geldiler. Onların ‘büyük fotoğrafı’nda, kendilerini, ailelerini ve bir sınıf olarak Osmanlı köylüsünü çökerten şey, dünya ticaretinin seyrini/sahnesini (dolayısıyla da tüm dünyayı) tepeden tırnağa değiştiren ‘keşif’lerdir. Ve elbette “Amerika’nın keşfi”dir. Yeni ve muazzam hammadde kaynaklarının yanında yeni büyük pazarlar anlamına gelen Amerika kıtasının coğrafi ‘keşfi’ (daha doğru söylemek gerekirse istilası), tek başına çok önemliydi elbet. Ama bu barbarca istilayı, despotik krallığını tüm kıtalara yaymanın bir fırsatına dönüştürerek ‘gönlünce’ yöneten kapitalizm, nihayetinde başkentini bile bu kıtaya taşıdı. “Amerika’nın keşfi” eğretilemesi, işte biraz da bunu; bir dine ve bir ulusa ait olmadığı gibi artık bir kıtaya da ait olmayan Avrupa burjuvasının; kanlı katliamların yanı sıra pragmatizm, pozitivizm, modernlik ve elbette fırsatçılık, vurgunculuk üzerinde inşa ettiği görkemli başkenti ABD’nin hikayesini vurguluyor.
* * *
Amerika kıtasına ilk ayak basan ya da uzaktan da olsa onu ilk ‘gören’, dolayısıyla “Amerika’yı keşfeden” kişilerin ‘aslında Müslümanlar’ olduğunu söylemek, bir an için bu ‘fantazma’nın doğru olduğu varsayılsa bile, Müslümanlar için pek övünç kaynağı olmasa gerek. Bugün yaygın oy/rıza depoları olarak, giderek hukuku tamamen askıya alan bir iktidar etmeye meşruluk sağlayan kalabalıklar; dünya pazarını atalarının evlerinin önünden kaldıran o toprakları, önce bir Müslüman’ın ‘bulduğunu’ ama ‘keşfedemediğini’ öğrense, ‘Müslümanlıkla’ oy isteyenlere oy vermez herhalde! Ayaklarında yırtık lastiklerle cenazesini kaldırdıkları evlatlarının, gazla, suyla boğularak, yanarak, ezilerek can verdiği madenleri; vicdansız bir ‘ahbap kalkınması’ düzeni lehine rödovansa çıkanın da aynı ‘Müslümanlar’ olduğunu ya da...
Yaşamın ardından ölümü de ‘üretimin anlık bir biçimi’ne dönüştüren bu vahşi kapitalist düzenin ideolojik rıza sağlayıcılığına vakfolmuş İslamcılığın ve onun siyasi liderinin, ve elbette bu ‘liderin partisi’nin, “Amerika’nın keşfi”, “Selçuklu mimarisi” gibi tarihsel-ideolojik imgelere ve mesela ‘White House’a dolaysız rabıta kuran ‘güncel’ imajinasyonlara aynı anda ihtiyacı var elbette. Ama, her anlamda 19. yüzyıla ait madenlerden, işçilerin canı pahasına, 21. yüzyılın ‘enerjisini’ çıkarmaya çalışan bu düzenin ‘saray’ı, bir ticari kumpanyanın statüsünü vurguluyor kaçınılmaz olarak. Hilmi Yavuz haklı: ‘Simit Sarayı’ gibi!”(*)

(*) ‘AK Saray’ın ‘Ak’ı, Hilmi Yavuz,
Zaman gazetesi, 16 Kasım 2014

ÖNCEKİ HABER

Amerika’yı, efsanevi 100 manyak adam keşfetti!

SONRAKİ HABER

O taytı alırım!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...