07 Eylül 2014 11:46

Yol'daki bizim çocuk

12 Eylül 1980 halen bitmemiş bir yol. Öncesi, hızlı koşanların, sonrası yaralananların, daha daha sonrası adımlarını hızlandıranların yolu. Kuşkusuz, geçmişin izlerini ve çelişkilerini taşıyan bir süreç.

Yol\'daki bizim çocuk
Paylaş

Müge TUZCU

12 Eylül 1980 halen bitmemiş bir yol. Öncesi, hızlı koşanların, sonrası yaralananların, daha daha sonrası adımlarını hızlandıranların yolu. Kuşkusuz, geçmişin izlerini ve çelişkilerini taşıyan bir süreç. Yolları, sokakları, meydanları kalabalıklaştırmıştı, hıncahınç doldurmuştu özgürlük sesleriyle. Şimdi o adımların yerinde bazen kaygılı, bazen acılı, hala direngen ve umutlu adımlar var… Terk edenlerin arkasına dönüp attıkları o bakışı yapamadık çünkü… 12 Eylül ile yüzleşemedik. Dönüp arkamıza o yola bir daha bakamadık. O yolda göreceklerimiz, duyacaklarımız, karşılaşacaklarımız güzel hatıralarımızı, güzel çocukları kirletmesin istedik belki de!
Ama şimdi sizi, dönüp bakmasanız da gözünüzün içine soka soka 12 Eylül’e götüren bir yola çıkaracağız. Nereden gelirseniz gelin, Karadeniz Sahil Yolu’nu takip edeceksiniz. Sol tarafı deniz, sağ tarafı dik yamaçlı dağ. Denizin bu kadar geniş olmasına, dağın bu kadar yeşil olmasına şaşıracaksınız. Durun hele, şaşırmaya daha yeni başlıyorsunuz. Sonra sıra sıra ilçeler çıkacak karşınıza. Xopa (Hopa) en sonda! Atina’yı (Pazar) görünce heyecanlanmaya başlayabilirsiniz, çünkü artık varacağınız yer ile aynı dili konuşanların memleketi başladı; Lazların. Ama 10 saat, 20 saat yol geçer de yarım saat hiç geçmez. Dön virajları dön. Tünellere gir, aydınlığa çık. Arkabi (Arhavi) son durak. Ve işte Xopa!
Yolumuza biraz daha mesafe var. Artvin yoluna dönüp, Sundura’ya geçeceğiz. Stadın, halı sahanın, taş köprünün olduğu mahalleye. Stada gelmeden düz gidiyoruz ve işte bizim yol!
Önceleri topraktı Sundura’nın tüm sokakları. Her tarafı, içi su dolu çukurlar. Bakkala ekmek almaya gitmek, çamura batmak demekti. Şimdi kilit taşları döşenmiş.
Bizim yolumuza da döşenecek kilit taş ve yol genişletilecek. Ama bir sorun var. Bu yol, mezarlığın ortasından geçiyor. Yolu genişletmek, mezarları kaldırmak demek. Bak, zaten mezarların çoğu kimsesizlerin. O zaman memlekete hizmet edelim, yol genişlesin, mezarlıklar kaldırılsın. Can hıraş bağırıyor evlatları. Ama amaç memlekete hizmet. Yol genişleyecek ki, mahallemiz de gelişsin. Bir dakika, burada bir kadın var. Yaşlı teyze, sabah akşam bekliyor bu dört mezarın başında. “Evladım bu mezarları yıkmayacaksınız değil mi?​”. “Teyze onların hepsi kalkacak”. “Olmaz kaldıramazsınız. Yerinden oynatamazsınız bu mezarı. Olmaaaaz”.
O mezarlar yerinden oynamasın diye 2 ay nöbet tutar teyze. Kepçeler mezarın başına kadar gelir de izin vermez o kadınlar. Psikolojisi bozulsa da, kötü rüyalar görmeye başlasa da; yeğeninin mezarıdır o. Mezarlıktaki bütün mezarlar, beyaz mermer iken, kahverengi olan tek mezardır o. Tüm çocukluğumuz boyunca, o kahverengi mezarlığın hikayesini bilmeden, ismini ezberlediğimiz Mahir Çakır’ın mezarı.
“O mezar, orayla özdeşleşti. Biz aslında, kendi arazimizde olan aile mezarlığında gömülsün istemiştik. Sonra babam dedi ki, ‘Zaten halk için öldü. Halkın arasında olsun’. Hiç kimsemiz yokken, mahalle mezarlığına gömdük. Orası bizim için tapınak mı diyeyim, ne diyeyim öyle bir şeydi. Annem ölene kadar hiçbir cumasını kaçırmadı. Gece gündüz her saat gidiyorduk. Olsa da çıksa da sorun değil, ama oranın farkı var. Annemin gözyaşları var orada. Farklı birşey. Kalkması mümkün değil”.

TOPRAK

Karadeniz’de çok da yabancısı olmadığımız bir konu aslında; toprak. Az olduğu için, bir yolun geçmesi, bir ağacın yıkılması, bir çayın sökülmesi; günlerce, haftalarca, aylarca mesele olur insanların dilinde.
Bizim yol hikayemiz biraz daha farklı. Yılların meselesi. Tam tamına 35 yılın meselesi!
Bu meseleyi dinlemek için biraz daha yürüyelim mi?
Mezarlığın arasında, küçük derenin üzerine, küçük bir köprü var. Oradan çıkıp biraz daha yürüyeceğiz. İki geniş çay bahçesinin arasındaki patikadan yukarı, dağa doğru çıkıyoruz. İşte Fatma abla bizi bekliyor orada. Fatma Çakır Lokumcu, Mahir Çakır’ın ablası.
Lazlarda hafıza çok güçlü değildir, çok yaşatılmaz, çok anlatılmaz geçmiş ve aktarılmaz. Lazcanın, “şivesi bozulmasın, bizim başımıza gelenler çocuklarımızın başına gelmesin” kaygısıyla bugün bu halde olması gibi… Geçmişte yaşananlar da çok anlatılmaz çocuklara. “Üzülmesinler, biz ağladık, onlar ağlamasın” diye… Allah’tan Fatma abla öyle değil. 35 yılın birikimiyle hazırlanıyor günlerce bu görüşmeye. “Anlatacağım ama nasıl anlatacağım? Kafam karmakarışık. Sen sor. Çünkü ben nasıl anlatacağımı bilmiyorum” diyerek, baba evinin salonuna yerleşiyoruz. Yanımızda peçeteler, tüm gözyaşları ihtimaline… Ve dilinde hep, Mahir yerine “çocuk”: “Çocuk şöyleydi”, “Çocuk şöyle yapmıştı”, “Çocuk burada kalıyordu”.
İşte bizim çocuğun hikayesi:
“Ben 56 doğumluyum, o 60’lı. Şimdi şöyle söyleyeyim. Nasıl başlasam… Ablam üniversitede, son senesinde. Ben nişanlıydım. Düğün olacaktı yazın. PTT’de çalışıyordum. Diğer ablamın okulu açıldı. Okula gitti. Evde yok. Ben ablamla Ankara’ya gidiyorum. Herkes gitti, bir tek çocuk kaldı. Oğlan çocuklarını korur gözetirdik. Giderken, çocuğu öptüm, sarıldım. ‘Sigara içmezsen sana para vereceğim’ dedim. Biz kendimiz erkek çocuk diye, değişik olan gözetilir diye... Daha yeni büyüyor çünkü. Su gibi!
Meğersem kendi kendine gezermiş, ben çalıştığım için çok vakıf olamıyordum. Babam hep derdi, ‘ismin değişik, ne olur, bir şey olur’ diye çok uyarıyormuş. Ben çok bilmiyordum. Gece çıkıyormuş, yazı yazmaya, şey yapmaya.
Üç gün sonra... Liseyi bitirmişti çocuk o senesi. Askerlik kağıdı gelmişti. Televizyon yeni gelmişti. Renkli televizyon falan görmedi zaten.
Daha şey görseydi, belki evde duracaktı çocuk. Biz evde olsaydık, belki koruyacaktık.
O gün ablam bana bir gelinlik beğenmiş. Eve geldik konuşuyoruz. Bu çocuk da burada gündüz çarşıya inmiş. Amcamın oğlu bir mektubu postalaması için postaneye yollamış. O da elinde bozuk parayla oynaya oynaya postaneye gidiyormuş. Bu iki namussuz şerefsiz… Şimdi solcu olmuş… Geçmişini yazmamışlar da, kopuk bir sayfadan başlatmış… Bir aileyi yok etti! Neyse! Postaneden gelirken, büyüklerin kavgasına denk geliyorlar, orta caddede. Elinde hiçbir şey yokmuş çocuğun. Kanı kaynayan yaş, öne atladı demek ki, öne atlayınca… Onlar zaten… Elinde varmış. Patlattı... Bitti…”
Hemen hastaneye kaldırılıyor, Pazar’a kadar gelmiş, “Annem çok üzülecek biliyorum” demiş son sözü olarak. Ablalarına haber gelmiş:
“O gün ablam bana gelinlik bakmış, mutlu olmamız gerekiyor ama çok canımız sıkılıyor. Bir darlanma var içimizde. Kapıda telsiz sesleri duyunca, ev basıldı sandık. Evdeki kızlar, hepsi iyi çocuklar. Polis, ‘amcanız gönderdi, sizinle telefonda konuşmak istiyor’ dedi. Amcam da ‘Amcamız oğlu yaralandı, babanız sizi istiyor’ dedi. Neyse bir iki eş dost geldi. Toparlandık, yola çıktık. Gelinlik paramı koymuştum, gelinlik giymedim bir daha ben… Çok önemli değil tabi…”
Bir şeyler olduğunu hissetseler de, kimin aklına gelir, böyle bir şey olacağı? Hem hangi ablanın, hangi kızkardeşin aklına da gelse, hemen kovar onu aklından… Trabzon’dan sonra, Rize’de artık duvarlardaki yazılamalardan görüyorlar; “Mahir Çakır ölümsüzdür.”
6 Eylül 1979’dur tarih. Hopa o gün mahşer günü. Cenaze binlerin eşliğinde kaldırılıyor.
‘Çocuğun’ babası çok uzun yaşamıyor. Bir buçuk sene üzerinde aynı kıyafet, yaşamak istemez. Maddi manevi biter, o dağdaki ev. Anne, daha sonra kanserden vefat eder. Kız kardeşler, ‘acılarıyla’ büyür, evlenir, işe girer. Ama hep “çocuğun” vesayetiyle.
Daha sonra da 12 Eylül sonrasına kadar ev baskınları devam eder, çalışan aile bireyleri sürülür. Gözaltılar da eksik olmaz.
“Çocuğun” odasına 35 yıl boyunca hiç el değmez. Çiçekler, fotoğraflar, özel eşyaları konur. 35 yıl boyunca o odaya kimse girmez. Fotoğraf için izin istediğimizde bile, kapıyı açıp beni gönderiyorlar sadece içeriye. Kahverengi renkler, siyah beyaz fotoğraflarda gülen çocuklar… Bir mandolin, bir tüfek, 6 Eylül günü duran kol saati… Ne varsa geride kalabilecek, her şey var. Hikaye aynı…
O dönemki Hopa’yı anlatıyor sonra Fatma Çakır:
“Biz öğrenciydik. Her genç iyiydi. 3-5 tane sayılı adam vardı, bize göre iyi olmayan. Olan da zararlıydı. Çocuğu vuran gibi. MHP ilçe başkanının oğluydu. Ama onun dışında, iyi insanlar, iyi çocuklar vardı. İyi şeyler için uğraşıyorlardı. İhtilal dönemi ise bomba atıp ev dağıtıyorlardı. Bir aile vardı, Fidel ve Castro diye ikiz çocukları vardı. Adam o kadar iyi bir adamdı. Gel git baskın sürekli... Adam buradan gitti çarşıya taşındı. Elektriği kabloya bağlarken, elektrik düştü, adam yandı. Talihsiz bir nesildi bu. 60 doğumlular hepten talihsiz. Şimdi hala etkileniyorlar. O dönemin çocuklarını mahvettiler.”
İlk kez dile gelince, ilk kez anlatılınca zorlanıyor, anlatan da, dinleyen de, yazan da… 35 yıl sığdırılmaya çalışılınca kelimeler, karışıyor her şey. Hislerin dışında… Eksikliğin dışında…
12 Eylül günü ve sonrasına dair ise şunları hatırlıyor:
“Çok kötüydü! Nasıl anlatsam ki! 12 Eylül’de… Çocuğun yanındaki odadaydık. Sessizlik vardı. Her gün kıyamet yaşanıyor. Babam dedi ki ‘bir şey oldu ama dur bakalım hangi taraf?​’. Anonslar veriliyor radyodan, dinliyoruz. Camdan başımızı çıkaramıyoruz. O zaman Kenan Evren ve arkadaşları afkurmaya başladı. Babam dedi ki ‘yok, gene gitti, gene olmadı’.”
Mahir Çakır, 35 yıldır, ablalarının, arkadaşlarının, Hopa’nın orta yerinde duruyor. Anlatılamasa da, yüzleşilemese de, asıl katilleri, azmettiricileri yargılanamasa da duruyor. Tıpkı 35 yıldır dokunulmayan odası gibi! 35 yıldır içeri bile adım atılmayan odası gibi, olduğu gibi duruyor.
Ve tıpkı yolculuğumuzun sonundaki yol gibi. Yolun ortasında bir mezar duruyor. Bir türbe, bir mabet değil. Bir 12 Eylül mezarı! Gözümüzün içine soka soka, bize her geçişimizde 12 Eylül’ü hatırlatıyor, karşı karşıya getiriyor.
Şimdi bu mezarlık mahkemelik! Tıpkı darbenin öncüsü Kenan Evren gibi! Ve diyor ki Fatma abla; “Onun yargılanması nedir? Hiçbir şey çıkmaz. Bizim yaşadıklarımızı hiçbir şey kapatmaz. Onun cezası; yaşaması! Bütün öldürülenlerin fotoğraflarını gözünün önünden geçireceksin. O zaman o kendini yargılayacak… Her gün ölülerle yaşasın.”
İşte Hopa’daki yol. Mahir Çakır’ın, 19 yaşındaki bedenin, hatıraları, hediyeleriyle gömülen Mahir’in, Hopa’daki yolu. Şimdi bu yol nereye gider?

ÖNCEKİ HABER

Trafik açılır birazdan mutlu olabilirsiniz

SONRAKİ HABER

6-7 Eylül imhası ve yağması

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...