18 Mayıs 2014 07:57

Sınıfsal ve kolektif bir cinayet olarak Soma

Sınıf cinayeti dedi bir yazar. En doğru tespitlerden biri. Soma’daki madende kaybettiğimiz yüzlerce emekçinin yaşam hakları, daha önce gasp edilen nice haklarının ardından ve tabi bunların sonucu olarak, acımasızca ellerinden alındı. Kamuoyunda doğal olarak madeni işleten şirket odak noktasına yerleşti, maktul olarak görüldü ama aslında kolektif bir cinayet bu. Kimlerin payı yok ki bu cinayette?

Sınıfsal ve kolektif bir cinayet olarak Soma
Paylaş

Hakan KOÇAK*

Sınıf cinayeti dedi bir yazar. En doğru tespitlerden biri. Soma’daki madende kaybettiğimiz yüzlerce emekçinin yaşam hakları, daha önce gasp edilen nice haklarının ardından ve tabi bunların sonucu olarak, acımasızca ellerinden alındı. Kamuoyunda doğal olarak madeni işleten şirket odak noktasına yerleşti, maktul olarak görüldü ama aslında kolektif bir cinayet bu. Kimlerin payı yok ki bu cinayette?
Madenlerin rödovans, hizmet alımı vb. farklı isimler altında özelleştirilmesinin yolunu açan kanunları hazırlayanlar, bunlara oy verenler, sendikaların, odaların, bilim insanlarının tepkilerine rağmen meclisten zorla geçirenler bu cinayetin yapısal koşullarının hazırlanmasına katkı sunmadılar mı?
Ya bu tür sonuçları öngörerek yapılan itirazları küçümseyen; geri kafalı, dinazorlar olarak gösteren, itibarsızlaştıran medya kalemleri? Fakülte kurullarına şirket temsilcilerini doldurarak akademik bağımsızlığı yok edip, eleştirelliği ortadan kaldırarak şirketlerin işine gelmeyen bilgi üretmeyi ve yaymayı olanaksız kılan akademisyenlere ne demeli?
Taşeron adı verilen çağdaş kölelik sisteminin; iş hukuku, sendikalar, toplu sözleşme ve grev haklarını kağıt üzerinde bırakan bu uygulamanın olağanüstü ölçülerde yaygınlaşmasının kapılarını açanlar, propagandasını yapanlar da dahil değil mi bu cinayetin oluşum sürecine. Çalışma Bakanları, bakanlık bürokratları, kerli ferli büyük titrli iş hukukçuları, milletvekilleri, yıllardır bunun için lobi yapan sermaye örgütleri vs. masum mu?
İşçi sınıfının varlığını bile unutmuş, sorunlarına ya da çığlıklarına sayfalarının, ekranlarının kıyılarında bile yer vermeye layık görmemiş medya patronlarına, televizyon yapımcılarına, programcılara ne demeli? Şimdi başını yana eğip, gözlerini indirerek yapılan "biz görmemişiz bu insanları, ayıp etmişiz" tiradları onları kurtarır mı sorumluluktan?
Emeği ve emekçileri programlarının, söylemlerinin, politikalarının dışına atmış ya da hiç almamış partilerin, işçileri yalnızca kendilerine düzenli olarak oy veren seçmenler gören milletvekillerinin, siyasi parti yöneticilerinin suçlu olmadıklarını kim iddia edebilir?
Elbette bu kolektif cinayetin iki asli tetikçisi ise madeni işleten şirket ve iktidardır. Diğerlerinin çeşitli biçimlerde yardım, yataklık, gözcülük, destekçilik yaptıkları cinayeti bu ikisi alenen işlemişlerdir. Bir dizi teknik ve hukuksal ayrıntıya boğulmaya, indirgenmeye çalışılsa da görünen açıktır. Şirket, yöneticisinin ağzından açıkça ifade ettiği gibi, maliyetleri çok ciddi oranda düşürme politikası izlemiş, böylece sağladığı kârlarla İstanbul’da devasa bir gökdelen inşa etmiştir. Geçen yıl yaptığını/yapılacağını iddia ettiği yaşam odalarını oluşturmayarak yüzlerce işçinin ölümüne neden olmuştur. Mesele her zaman olduğu gibi öncelikler meselesidir. Şirket yönetimi pişkinlikle yaşam odalarının hazırlanmakta olduğunu ama cinayetin erken geldiğini söylemektedir. Yaşam odası öncelik olamamıştır çünkü gökdelen gibi kâr getiren değil tersine maliyet artırıcı bir yatırımdır. Yeterli sayıda yaşam odasının şirkete maliyetinin 10 milyon TL civarında olacağı hesaplanmaktadır. Buna karşılık şirketin İstanbul Maslak’taki lüks gökdelenindeki geniş bir rezidansın fiyatı 20 milyon TL civarındadır. Tablo ortadadır. Neredeyse bir rezidansın parasıyla inşa edilebilecek odaların yokluğu sözcüğün tam anlamıyla bir katliama neden olmuştur.
Şirket sahibi açıklamasında yaşam odalarının bir zorunluluk olmadığından da bahsetmektedir. Bu doğrudur, ilgili yasada, yönetmeliklerde açıkça "yaşam odası" kurulması bir zorunluluk olarak zikredilmemektedir. İşte bu noktada da gözler diğer cinayet failine döner. Daha iki yıl önce çıkardığı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile bu alanda büyük ilerleme kaydedildiğini propaganda eden hükümet ve Çalışma Bakanlığı daha yasa çıkarken yapılan eleştirilerin haklılığıyla yüzleşiyorlar. Yasanın işverenler üzerinde gerçek, ağır bir yaptırım gücü oluşturmadığı, temel mantığının iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarının özelleştirilmesi olduğu, gerçek bir denetimin olanaklarını yaratmadığı yönünde eleştiriler daha o zaman dile getirilmiş ancak kale alınmamıştı. Daha doğrusu bu eleştirilerin bir hükmü yoktu, çünkü AKP’nin kurduğu muhafazakar neo-liberal rejim açısından sermayenin rahatını kaçıracak yasalara yer yoktu. elbette neo-liberal politikalar bu iktidarla başlamadı.
Ne özelleştirmeler, ne de taşeronlaşma AKP’nin bir icadı. Onu özgün kılan mevcut neo-liberal yönelişi kısa bir zaman dilimi içinde Anadolu’nun tüm coğrafyasına ve toplumun en derinlerine nüfuz edecek biçimde ve insani sonuçlarına son derece kayıtsız biçimde yaygınlaştırmayı başarmış olması. Soma’da da görüldüğü gibi söz konusu trajik insani sonuçları muhafazakar bir dille, pratiklerle ve bir toplum mühendisliği mantığı içinde anlamlandırması ve görünmezleştirmesi ise onun en büyük başarısı. Soma’da olanlar aslında bize bu korkunç rejimi tüm çıplaklığı ile göstermiş oldu. AKP ile organik bağlar içindeki bir şirketin yerel düzeyde kurulan patronaj ağları içindeki rolü, siyasi belirleyiciliği, denetimsiz bir kâr hırsını garibanlara ekmek veren himmetli baba imajı ile örttüğü vb. Şirket, parti, yerel bürokrasi ve hatta belli ölçüde sendikanın içinde yer aldığı paternalist bir sistemin sıradan işçileri nasıl dilsiz, yaralı ve mağdur bırakarak varlığını sürdürdüğü ortaya döküldü. 1930’ların, 40’ların Tek Parti Dönemine ne kadar benziyor değil mi? Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde kullandığı "bizde işçi işveren iki ayrı sınıf değildir" ifadesi bu noktada anlam kazanıyor işte. Tek Parti Döneminin "sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz" sloganı sanki güncellenerek yankılanıyor. Bu tesadüf değil. O dönemde olduğu gibi bu dönemde de sermaye birikimi, kalkınma ancak baskıcı, otoriter bir rejim altında, işçileri görünmez kılarak, sınıflaşmaları engellenerek sağlanabiliyor. Ama gerçekler çok inatçı. Soma’da patlayan madenin ortaya çıkardığı korkunç acıyla dilleri çözülen Soma’lılar çok çıplak ve tam da bu nedenle rahatsız edici sınıf gerçeğini durmadan haykırıyorlar. Takım elbiselilerin tekmeleri Hisarcıklıoğlu’nu bir kez daha yalanlıyor. İki sınıf var: Tekme atanlar ve tekme yiyenler, kravatlılar ve çizmeliler, danışmanlı PR’lı basın toplantısında konuşanlar ve mezar başlarında beddua edenler, korumalarla gezenler ve onlara küfredenler. Üzgünüz yerin 100 metre derinine gömdüğünüzü sandığınız sınıf gerçeği bir kez daha, büyük acılarla ama büyük bir öfkeyi de beraberinde getirerek gündemde. Şimdi işlediğiniz sınıf cinayetinin hesabını verme zamanı. Hazır mısınız?

*Yrd. Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi

ÖNCEKİ HABER

Bu soruda Pi’yi iktidar alınız

SONRAKİ HABER

Soma\'ya yeraltından mektuplar: Sizi en iyi biz anlarız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...