24 Mart 2014 07:04

Yolsuzluk seçimle yıkanamaz

AKP Hükümetinin çok ciddi bir ‘meşruiyet krizi’ içinde olduğunu belirten Sosyolog Bülent Küçük, ‘Siyasal meşruiyet oyla ölçülen bir şey değildir’ diyor.

Yolsuzluk seçimle yıkanamaz
Paylaş

Serpil İLGÜN

17 Aralık’tan bu yana her gün yeni bir hukuksuzluğa uyanmaya alışan Türkiye, 21 Mart mesaisini de yoğun geçirdi.
Başbakan “Yok Twitter mivıtır hepsinin kökünü kazıyacağız, uluslararası camia şunu der, beni hiç ilgilendirmiyor” dedikten 6 saat sonra kapatılan Twitter ve “çözüm süreci ne olacak” sorusunun yanıtını bulduğu Diyarbakır Newroz’u, geçtiğimiz cuma gününü tarihe kaydettirdi.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bülent Küçük’le, ülkenin batısının Twitter’a, doğusunun ise Diyarbakır Newrozu’na odaklandığı gün bir araya geldik. Twitter yasağından Erdoğan’ın seçim stratejisine, “Oylar bölünmesin” propagandasının yeniden yükseltilmesinden PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın mektubuna yönelik tepkilere, Türkiye’nin her gün yenisi eklenen önemli gündemlerini konuştuk.


En sıcak gündemle, Tvvitter’la başlayalım.. Kapatılması neden bu kadar tepki topladı? Tvvitter neden önemli?
Hükümet, bütün alanlarda olduğu gibi medya kamusal alanını da şekillendirdi. Kendi sınıfını yarattığı gibi kendi medyasını da yaratarak, kendi hakikatini bize evrensel bir hakikat gibi dayattı. Sadece devlet kanallarını değil, özel kanalları da kendi atadığı müdürler aracılığı ile yönlendirdi, kimin ne zaman, nasıl çıkacağına ve ne söyleyeceğine kadar müdahale etti.
Daha önce ana akım medyada konuşan, daha liberal olan, orta sınıf ve orta sınıf üstü figürler, temsilciler, akademisyenler, gazeteciler ana akım medyanın dışına itilmiş oldu. Böylelikle Türkiye’deki zaten var olan, devlete muhalif işçilerin kamusal alanı, Alevilerin kamusal alanı, Kürtlerin kamusal alanı gibi daha görece çeperde duran kamusallıkların içerisine, yeni kesimler de katılmış oldu. Bu “marjinal”, çepere itilmiş, dışlanmış kimliklere eklenen yeni bir sınıf ortaya çıktı ve bu dışlanan kimliklerde bir birikim, bir artış oldu çok ciddi oranda.

Berkin Elvan cenazesindeki katılım, bu artışın göstergelerinden biri mi?

Evet, tabii ki. Berkin Elvan, o dışlanmış kesimlerin kamusal alanda görünür olması ve onun ne kadar büyük bir kitle olduğunu göstermesi açısından önemli. Berkin Elvan’ın cenazesi mağdur edilenlerin sayısal olarak ne kadar arttığını, bunların sadece Kürtlerden ve Alevilerden ibaret olmadığını ve bunların bir araya gelmişliğini bize sahneledi. Fakat bu dışlanmış kimlikler toplumsal zeminde yan yana gelmiş olsalar da, bu çok farklı kesimleri temsil edecek siyasi bir beden oluşabilmiş değil. Onları ortak bir siyasi program etrafında bir araya getirecek bir şey oluşmadı.

Neden oluşmadı?
Siyasal olanla sosyolojik olan arasında hep bir mesafe vardır. Çok farklı kesimlerin dışlanmış olması gerçeği söz konusu ama bu sosyolojik gerçeklik, siyasal bir öznelliğe otomatikman evrilmez. Bunla ilgili örneğin Gezi’de ve Berkin Elvan’da güçlü emareler görüyoruz. HDP’nin mesela bu dışlanmış kimliklerin siyasal temsilcisi olma, onları da içine katarak mevzilenme gibi hedefi var. Ama bu zaman ve emek isteyen; sabır ve siyasi feraset gerektiren zorlu bir iş.
Twitter’a dönersek; Twitter bu kadar daraltılmış kamusallık içinde, bir tür karşı kamusal alan formu olma fonksiyonuna kavuştu son dönemde. Twitter’ın bu kadar önemli olması da zaten, devletin ne kadar otoriterleştiğini göstermesi bakımından önemli. Dijital medya da denen yeni medya, geleneksel medyaya karşı birçok insan için kendilerini ifade edebilecekleri yegane ortak medya oldu. Ve bütün dışlanmış kimliklerin, pohpohlanmış, kutsanmış kimliklerin de aynı zamanda, kendilerini ifade ettiği ortak forum olma özelliğine kavuştu.

Tvvitter’ı kapatmak, aynı zamanda otoriterleşmenin kanıtlarından biri olarak yorumlandı…
Biz tabii her seferinde otoriterleşmeyi kanıtlamak zorunda kalıyoruz. Otoriterleştiğini göstermek için illa Twitter örneğini vs. vermek gerekmez. Sosyolog olmaya lüzum yok, herkes bunu görüyor, biliyor. AKP’ye oy veren insanlar da görüyor ama bunu kaçınılmaz olarak doğallaştırıyorlar. “Ne yapalım, paralel devlet var, liderimizin önümüzü kesiyor, bunlar kaçınılmaz” diyorlar.
Artık çok ciddi bir şekilde meşruiyet krizi içine giren, milletin iradesini tek başına temsil ettiğini iddia eden, ama aslında milletin iradesi diye anlattığı şeyin sadece dar bir grup, hatta belli bir ailenin, belli bir kişinin kendi ikbali için bu kadar daralttığı bir alanda, Twitter da, ağaç kesmek veya normal koşullarda sıradan diyebileceğimiz bazı meseleler de çok yüksek bir tonda politize edilmiş oluyor. Dolayısıyla Türkiye’de şu anda devletin herhangi bir aksiyonu zaten yüksek düzeyde politize olmuş toplumu daha da fazla politize ediyor, daha fazla kutuplaştırıyor ve Hükümetin yönetme kapasitesini düşüren bir hale bürünüyor.

Hükümetin yönetme kapasitesini her gün biraz daha düşüren pratikler sergilemeyi sürdürmesinde nasıl bir strateji veya akıl var peki?
Devlet yönetemedikçe, otoriterleşiyor. Biz meseleyi sadece yönetenlerin niyetleri üzerinden okursak, yani hükümet aleyhine dönüşen-büyüyen toplumsal muhalefeti değerlendirmezsek, devlet veya hükümet denen şeyi, toplumsal muhalefetten bağımsızmış gibi okuruz. Halbuki devleti otoriterleştiren şeylerden biri tanesi (Muhalefet aynı zamanda devleti de dönüştürebilecek veya hükümeti de değiştirebilecek bir şey elbette), toplumsal muhalefetin yükselmesi ile doğrudan alakalı. Dolayısıyla geri dönüşü olmayan bir sürece girmiş durumdayız Hükümet açısından. Elindeki bütün araçları kullanarak bununla baş etmeye çalışıyor. Fakat daha büyük skandallara imza atarak bunu yapıyor. Ya insanların canına mal olacak pratiklere imza atıyor ya da kendi içinde gittikçe çürüyor ve insanlar nefes alamayacak duruma geliyorlar. Ve Hükümet bu yolu, sonuna kadar götürmek niyetinde görünüyor.

Erdoğan varlık yokluk meselesi olarak gördüğü seçimi tek meşruiyet kaynağı olarak gösteriyor. Seçimler otoriterleşmeye, yönetememe krizine ve 17 Aralık’tan bu yana yaşanan kaosa derman olabilir mi?
Seçim sonuçları bir taraftan önemli, bir taraftan önemsiz…

İkisini de söyleyin…
AKP eğer sahiden bu süreçte oylarını kaybetmezse veya çok az kaybederse ki ben AKP’nin çok ciddi bir oy kaybına uğrayacağını düşünüyorum.

Ciddi derken gözleminiz ne, ne kadar alır?

Hiçbirimiz tam bilmiyoruz tabii ama bence yüzde 30-35 bandını geçemeyecek. Çünkü bu skandallar, bu meşruiyet krizi toplumsal anlamda kabul edilebilirlik sınırlarını çoktan aştı. Ama tabii Hükümet kriz boşluğunu doldurmak üzere bir beden politikası yapıyor. Yani Erdoğan’ın karizmasına daha fazla yatırım yaparak, Erdoğan figürünü daha fazla mitleştirerek ve siyasetin merkezine alarak, sanki böyle bir kriz yokmuş, böyle bir boşluk yokmuş, istikrar varmış, her şey iyiymiş gibi bir hava estiriliyor.

Erdoğan ‘darbe’, ‘komplo’, ‘saflığımıza geldi’, ‘milli mücadele’ vs. diyerek aslında zor zamanlardan geçildiğini de söylemiş olmuyor mu?
Evet, Erdoğan’a kalırsa eğer Türkiye şu anda ikinci milli mücadele savaşına girdi. Kendisini de milli mücadelenin başkomutanı olarak lanse ediyor. Meydan muharebesinin mekanı da Gezi Parkı gibi diğer kentsel mekanlar oluyor.  Kendimizi tekrar 1920’lerin, 30’ların o milliyetçi hezeyancı diskurunun içinde buluyoruz. Seçim sonuçları bir taraftan bu diskuru üreten Hükümete olan desteği göstermesi açısından önemli. Eğer destekte ciddi bir düşüş olmazsa, hepten duygusal bir kopuş olabilir.

Ya önemsiz tarafı?
Sonuçlar bir ölçüde de önemsiz, çünkü meşruiyet meselesi sadece oy almak meselesi değildir. Bir hükümetin siyasal meşruiyeti, aldığı oyla çarpılarak ölçülen bir şey değildir. Daha kaliteyle, onun içeriği ile ilgili bir şeydir. Dolayısıyla “Seçimi zaferle kazanan bir başkomutan”, bu meşruiyet krizini tedavi etmeye yetmez. Sonuçta yolsuzluk hikayesi, en liberal ölçekte bile değerlendirdiğimiz zaman seçimle temize çıkarılacak, yıkanacak bir şey değil. Ancak hukuki bir zemin üzerinden gidecek ve meşruiyetini oradan temize çıkaracak bir şey ama zaten şu anda parlamento gibi, hukukun kendisi de atıllaşmış bir vaziyette Türkiye’de.


CHP-MHP-CEMAAT KOALİSYONUNUN DEMOKRASİ SÖYLEMİ TAKTİKSEL

‘Oylar bölünmesin, CHP’de birleşilsin’, ‘AKP’den kurtulalım da ne olursa olsun’ yaklaşımı, Twitter’ı kapatma hamlesinin ardından yeniden güç kazanmış görünüyor. Siz bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, “AKP’den kurtulalım” kaygısı kamusal alanda yaygın olarak var. Hükümetten kurtulma özgürlük olarak anlaşılıyor. Bunun ne ölçekte böyle olacağını bilmiyorum. AKP’nin ciddi oranda oy kaybedeceğini, bu oy oranıyla paralel olarak meşruiyet krizinin çok daha ciddi yerlere varacağını söyleyebiliriz. Hiçbirimiz gerçekten bir şey öngöremiyoruz. Ama AKP’nin gitmesiyle demokrasinin gelmeyeceğini söyleyebilirim. AKP’nin gitmesiyle, şu anda iktidara soyunan, ısıtılan, global ölçekte de destek alan CHP, MHP ve Cemaatten oluşan zımni koalisyonun Türkiye’ye demok-rasi vaadinin, ne kadar dillendirseler de, çok konjonktürel, çok taktiksel bir şey olduğunu düşünüyorum. Kendi utanç geçmişiyle yüzleşmeyen, eşitsizliğin, itibarsızlaştırmanın, kurumsal dışlamanın koşullarını dönüştürme bağlamında tek bir pozitif söz etmeyen, bize gelecekle ilgili sahici bir vaatte bulunmayan bu siyasi zihniyetin, barış, eşitlik ve özgürlüklerle ilgili Türkiye’nin önünü açacağı konusunda ümitlenemiyorum.
Twitter  meselesi,  sol içinde bir bölünmenin, kendi içinde yeni bir kopuşun da ifade edilmesine vesile oldu. Aslında HDP’ye ilişkin bir süredir var olan bir homurdanmanın daha açık ifade edildiğine tanık oluyoruz. Bu anlamda potansiyel olarak HDP seçmeni olan kimi kesimlerde CHP’ye “Yetmez ama evet” kıvamında bir teveccüh var. Müşteri memnuniyeti en dipte olan bir parti olan CHP, ondan bundan tatmin olmayanların, o partiden bu partiden dışlanan kesimlerin bir geçici konteyneri olması bakımından ilginç ama bir o kadar da umutsuz bir vaka.


SÜREÇ BATIDAKİ MUHALEFETE DE MEVZİLER KAZANDIRDI

Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Newrozu’nda okunan ve çözüm sürecinin devam edeceğini ilan eden mektubu, gerek iktidar gerek liberal çevrelerce, “AKP’ye destek” olarak yorumlandı. Siz nasıl değerlendirdiniz?
Öcalan’ın geçen sene verdiği mesaj stratejik bir dönüşüme tekabül ediyorsa, ki ben öyle olduğunu düşünüyorum, bu stratejik dönüşümün bir devamı olarak okunabilir bu seneki açıklaması. Öcalan kriz dönemlerinde taktiksel ve gündelik kaygılara girmeden çok daha genel bir çerçeve çizerek bu süreci derinleştirecek, daha da kuvvetlendirecek bir irade gösteriyor. Üstelik geçen bir sene içinde demokratik zemindeki bu stratejik dönüşümün Kürt hareketine ve Türkiye’nin batısındaki muhalefete çok önemli mevziler kazandırdığını düşünüyorum. Katiyen boşa geçmiş bir zaman değil.

Ne gibi mevziler?
Meşruiyet anlamında Kürtleri ve Türkiye’nin batısında muhalefet eden kesimleri dünya ölçeğinde muhalefet yapma ve farklı bir dünya tahayyülü açısından farklı bir lige taşıdığını düşünüyorum. Sonuç itibariyle Kürt meselesinin Türkiye’deki muhalefetle çözülebilecek bir mesele olduğunun farkına varıyoruz. HDP projesini de bu açıdan değerlendirmek lazım. Bu açıdan, Öcalan’ın AKP’yi de devleti de merkezine almayarak, Türkiye toplumunun kendisini doğrudan muhatap alarak konuşması da farklı bir etki yaratabilir. Onların kalbine hitap eden bir üslupla, Türklerle Kürtlerin bu barışı ancak ortak talep haline dönüştürmeleri halinde barışın olabileceğine dönük bir çağrı oldu. Toplumun bu sürece güçlü bir şekilde mobilize olarak sahip çıkması ve devleti bu yönde davranmaya zorlayarak güçlü toplumsal iradenin, barışın temel dayanağı haline gelmesi noktasında bir çağrı oldu.

Aynı çevrelerce çıkarılan başka bir sonuç da Öcalan’ın “AKP’ ile yola devam” derken, Kandil’in “AKP ile olmaz” dediği, dolayısıyla Öcalan’la Kandil’in ayrı düştüğü. Sizce ayrı düşme söz konusu mu?
Ayrı düştükleri kanaatinde değilim. Pozisyon ve üslup farklılığı var.

‘Ülkenin batısını cendereye alan bir hükümet, ülkenin doğusuna barış getirir mi? Kürtler AKP’den nasıl hâlâ çözüm bekler?​’ sorusu, 17 Aralık sonrasında daha sık soruluyor. Sizin yanıtınız ne? 
Bu soru hep vardı ve meşru da bir soru. Ama benim de yanıt verebileceğim bir şey değil. Bir paradoks olarak duruyor. Belki şunu demek lazım; Kürtlerin batıdaki muhalefete eklemlenerek, bir tür yardımcı kuvvet gibi buradaki muhalefete destek olmasından çok -böyle bir beklenti var zira- batıdaki muhalefetin -kendi kibirli Türklük sorununu aşarak- Kürtlerin mücadelesine eklemlenmesi daha sahici zihni ve idari bir dönüşümün; hakiki bir özgürlüğün ve eşitliğin önünü açabilir.

Kürtler, ‘Biz AKP’den bir şey beklemiyoruz, ne varsa mücadele ederek alıyoruz” diyor. Dolayısıyla bu yaklaşımın işin bu yanını atlayan bir yanı yok mu?
Çok doğru. İkinci kısmı da bu zaten. Türkiye’nin batısında şöyle bir sıkıntı var. Toplumsal alanın çok değişik kesimlerinde, çok değişik mücadeleler var. Fakat bu mücadeleler istenildiği ölçüde politize edilmiş ve siyasal bir öznellik haline dönüşmüş değil. Henüz dönüşemediği için de sürekli panikliyor, kederleniyor, kah kendi kapasitesini artırmamasının sorumluluğunu başka yerlerde arıyor, kah kendini başkasına nasihat veren konuma sokuyor. Bir kısmı da bu metanetli işten vazgeçip soluğu CHP’nin sahte muhalefetinde alabiliyor.


TÜRKİYELİLEŞEMEYEN KÜRTLER MİDİR, TÜRKLER MİDİR?

Twitter’ın kapatılması anında büyük tepkiyle karşılandı ama devam eden HDP saldırılarında bu büyük itirazı göremedik. Neden?
Türkiye’de yüz yıldır yatırım yapılmış, egemen bir kimlik olarak oluşturulmuş, şımartılmış bir kimlik var. Biraz Türklükten, biraz Müslümanlığın Sünni versiyonundan beslenen, devletin ayrıcalıklar tanıdığı bir kimlik. Bu kimlik içerisine doğmuş kesimler de kendisini bu devletin ve bu milletin asıl temsilcisi olarak görüyor. Farklılığı kabul etmeyen, onları kendisine eşit görmeyen, devletle yakınlık üzerine kurulmuş bu şımartılmış kimlik, haliyle çok kolay mobilize olabiliyor farklı kimliklere karşı.
Siyasal olarak Türkiye’de toplumsal eşitsizliğin yapılarını, koşullarını değiştirebilme kapasitesini gösteren Kürt hareketi ve Kürt hareketiyle hareket eden diğer kimlikler ve sınıfların HDP ile şekillenmesi, bu eşitsizliğin koşullarını değiştirebilme kapasitesini gösterdi. Yani, o asimetrinin altında duran kesimlerin yukarı doğru hareket etmesi, aynı göz hizasında konuşması, bu inşa edilmiş kimliğin bir tür orta sınıf reaksiyonu olarak (bunu ırkçılık olarak kastediyorum) “sen yerini bil” tavrını ortaya çıkardı.

HDP Eş Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Gladyo’yu işaret etmişti?
HDP’ye saldırılar derin devletin bir komplosu etrafında olmuş olabilir, çok spontan da olmuş olabilir. Ama Türkiye tarihini biraz bilen kesimler, hiçbir saldırının spontan olmadığını biliyor. Bunu da içinde yaşadığımız dönemde öğrenmiyoruz tam olarak. Aradan yıllar geçtikten sonra ortaya arşivler çıkınca anlıyoruz. Dolayısıyla şu dönemi, şu anın bilgileriyle analiz edemiyoruz. Geçmişteki tarihi deneyimler üzerinden analiz ettiğimiz zaman devletin bu işte parmağının olması çok yüksek bir ihtimal. Ama devletin parmağının olması şunu değiştirmez; devlet zaten o vatandaşı üretmişti, o vatandaşın zihniyetini o şekilde şekillendirmişti. O da sokağa çıkıp, devletin memuru gibi başkalarına ırkçı saldırılarda bulunabiliyor.

HDP saldırılarını analiz ederken Kürt sorununun çözümünde de anahtar bir kavramın, ‘Türkiyelileşme’ kavramının altını çiziyorsunuz. Açar mısınız, ne demektir Türkiyelileşmek?

Türkiye’deki Kürtler zaten Türkiyelileşmiş. Türkiye’nin her yerinde yaşıyorlar, her sektörde çalışıyorlar, Türkçeyi biliyorlar. Türkiye’nin kültürüne, müziğine, sinemasına vakıf olan, onun okulunda okumuş, politik olarak da özgür ve eşit yaşamanın dilini kurmuş olan bu kesimlerin Türkiyelileşemediği iddiası sosyolojik, politik olarak bakıldığı zaman doğru değil. Bunun bir zemini yok. Türkiyelileşemeyen Kürtler midir, Türkler midir? Yani Türkiye’nin her tarafında yaşamayı tahayyül etmeyen, başkalarının dilinden ve kültüründen bi haber olan, onların acılarına gözlerini yummuş, farklılığını inkâr etmiş bu kimlik değil mi Türkiyelileşemeyen? Dolayısıyla, Türkiyelileşme meselesini aslında bir evrenselleşme biçimi olarak söylüyoruz. Evrenselleşmek, yani herkesleşmek, hiç kimseleşmek anlamında… Bu içine hapsedildikleri dominant kimliğin dışına çıkarak, kendi kimliklerini deşerek, onu aşarak, başka kimliklerle ilişkilenebilme anlamında bir Türkiyelileşmeden bahsediyoruz.

“Türkiyelileşme bir asimilasyondur” diyenlere yanıtınız ne?
Bu çok yüzeysel bir bakışı gösteriyor. Biz asimilasyondan çok, Türklerin kendi kimliklerindeki yükleri boşaltarak, bir tür arınması, başkalarıyla eşit bir şekilde yaşabilmesi ve bunu kabul etmesi, sindirebilmesi anlamında Türkiyelileşmekten bahsediyoruz. Bu açıdan bakıldığı zaman Türkiye’de temel olarak bir Kürt sorunu değil, Türk sorunu vardır. Kürt sorunu Türk sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir olgudur. Dolayısıyla tedavi edilmesi gereken şey, Türk sorununun kendisidir. Barış süreci de bu sorunun çözümü için bir fırsattır diye değerlendire geldim. Tabii bu kolay bir şey değil. Dominant kimliğin -her ne kadar Gezi’de bunu emarelerini gördüysek de- kısa zamanda dönüşmesi çok güç. Daha çok mesafe kaydedilmesi gerekiyor.


BARIŞIN GELMESİ İÇİN TÜRKLERİN SOKAĞA ÇIKMASI LAZIM

Peki, Türkiyelileşmeyi başaran batıdaki örgütlü muhalefet, çözüm sürecinde daha aktif rol alma ve sürecin bütün yükünü Kürtlere havale eden yaklaşımı değiştirmede neden etkili olamıyor? 
İlkin şunu söyleyeyim. Türkiye’de devletin toplumdan çok daha geride olduğunu söyleyebiliriz çözüm süreci meselesi konusunda. Devlet, sürecin yasal zemine kavuşturulması, parlamentoda tartışılması, komisyonların kurulması, meselenin önyargısız ana akım medyada da tartışılması gibi mekanizmaları devreye sokmadığı; ilgili evrensel ölçekleri göz önünde bulundurarak bu süreci yürütmediği için, sadece Öcalan’la Erdoğan arasında bir müzakere varmış gibi gösterdi ve süreci toplumsallaştırmadı. Bir ölçüde KCK’da bunun özeleştirisini veriyor, “Biz de yapamadık, toplumsal kesimleri bu sürece yeteri kadar dâhil edemedik” diyor. Süreç ilk başladığında, Türkiye toplumunun sürece karşı yaklaşımı çok pozitifti. Çok küçük bazı ulusalcı-milliyetçi grupların dışında tavır gösteren çok kimse yoktu. CHP’nin kendisi negatif bir diskur üretse de, tabanında geniş bir kabul vardı. Ana dilde eğitim gibi meselelerde yapılmış araştırmalarda MHP’nin tabanının bile bunu kabul ettiğine dair bir görüş vardı. Dolayısıyla toplumun dışında kalan, anti sosyolojik, sosyoloji ile toplumsal gerçekliği inkâr eden, onu dikkate almayan bir devlet söz konusu. Bu doğru ama öte taraftan da bir şekilde Türkiye’nin batısında da bir barış hareketi diyebileceğimiz, büyük ölçekte barışı talep eden kitlesel bir oluşum da oluşmadı. Görece daha “pasif” durup muhakeme eden, seyreden, hem barışın olmasını dileyen ama barışın oluşabilmesi için de sürece müdahil olmayan sendikalar, STK’lar, öğrenci hareketleri vs. durumlarından da bahsedebiliriz. Bu da bir gerçek. İspanya gibi ülkelere baktığımız zaman, ağırlıklı olarak Basklılardan, Katalanlılardan farklı kitlelerin sokağa çıktığını görüyoruz. Türkiye’de barışı getirecek Kürtler değil aslında. Türkiye’de barışın gelebilmesi için Türklerin sokağa çıkması, Türklerin barış istemesi lazım. Çünkü demin bahsettiğimiz şekilde, Kürt meselesinin ortaya çıkmasındaki temel mesele bir Türklük sorunudur.


CHP İLE CEMAAT TABANININ OLUŞTURAN KESİMLER ARASINDA YAKINLAŞMANIN ZEMİNİ OLUŞTU

Biraz önce CHP-MHP-Cemaat koalisyonundan söz ettiniz. Kılıçdaroğlu “Cemaatle ittifak” sorularını “ittifak yok” diyerek geçiştiriyor ama detaylarını bilmesek de bir anlaşma olduğu görünüyor. Bu yan yana gelişi, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cemaatle CHP arasındaki ittifakın ne kadar stratejik olduğunu şu anda okuyamıyorum açıkçası. Bunla ilgili bir şey söylemem çok zor. Ama bir sosyolog olarak şunu söyleyebilirim; Cemaatin son 30-40 senedeki performansı insan kapitali yetiştirme, sermaye birikimi ve sınıfsal anlamda bakıldığı zaman CHP’ye oy verenlerle Cemaate gönül veren kesimler arasında bir benzeşme, yakınlaşma söz konusu. Türkiye’de büyük sermaye sahipleri ve orta sınıfın CHP’ye olan bağlılığı ile Cemaatin tabanını oluşturan kesimler arasında sınıfsal olarak da kültürel, sınıfsal anlamda da birbirlerine yakınlaşmanın zemini oluştu Türkiye’de. Dolayısıyla sadece “gayri milli” operasyon üzerinden değil, toplumsal, sınıfsal yapı üzerinden bakıldığı zaman CHP ile Cemaatin yakınlaşması beni şaşırtmıyor.
Cemaatin tabanı ve onun içerisinde aktif olan sivil kuruluşlar da beyaz bir sınıf olarak ortaya çıkıyor, daha elitist duruyorlar. İyi eğitimliler, kalkınmacı, modernleştirici diskura sahipler. Daha seküler, daha global duruyorlar.

Bu ittifakın, CHP’nin seçim tercilerinin ve dilinin, yeni CHP iddiası ile geleneksel devleti temsil eden CHP arasındaki mesafeyi açtığı, Ergenekon tahliyeleri ile birlikte yeni CHP’den söz edilemeyeceği söyleniyor. Katılır mısınız?
Benim kişisel yeni CHP görüşüm şu; CHP de dönüşümden nasibini alıyor elbette. Mesela CHP içinde bir tür yeni entelijansiya türedi son dönemde. CHP’nin o çokça aşina olduğumuz -bürokrasiden devşirme- asık suratlı siyasi figürler görünmez olmuş, bunların yerine yine bir o kadar eğitimli, fakat daha genç olan, sınıfsal farkı ve kültürel tahakküm biçimlerini yaşam tarzındaki farklılığa indirgeyen çok kültürcü ve popülist-pragmatik bir kuşak; daha güler yüzlü, neşeli-modern CHP’li figürü türedi medyada, siyasette ve akademide. Geçmişin kolonyal ağırlığını üzerinde taşımayan, sanki yüz senelik rejimin diğer kimlikleri inkârı ve yok etme pratikleri yokmuş gibi davranan CHP’nin yeni entelijansiyası, gazetecileri, entelektüelleri oluştu.
Fakat CHP aynı zamanda tabansal olarak da kendi içinde yarılmış bir parti: Bir yanda yoksul kentin çeperlerine itilmiş, güvencesiz sektörlerde çalışan yoksul Aleviler. Diğer yanda Ege’nin Akdeniz’in kumsallarında büyümüş, büyük şehirlerin merkez mahallelerinde yaşayan şımartılmış eğitimli orta sınıf. Yani bu yarılma sadece yüksek siyaset yapan kesimler arasında yok, tabanda da var. Elbette parti yönetiminde, partinin siyasetine yön verenlerin hala bu ikinci kesim olduğunu görüyoruz. Bu ikinci kesim yoksul Alevileri bir tür yardımcı kuvvet olarak görmeye devam etmekte, onlara kendilerinin sebep oldukları bu sahte karşıtlığın (seküler-mütedeyyin) içine hapsetmeye devam etmektedirler.


KAFAMIZDAKİ DEVLET İMAJI YERLE YEKSAN OLDU. İYİ DE OLDU!

17 Aralık operasyonundan bu yana tapelerle vs. devlet mekanizmasının nasıl işlediğine, iktidar kadrolarının yönetme biçimine çok “yakından” tanık olduk. Bu tanıklık, devlet algımızı nasıl etkiledi sizce?
Biz hep yanlış devlet terbiyesi ile büyümüşüz. Devleti çok daha derin, uzun stratejik planları olan bir organizma olarak bilirdik. Yanılmışız meğer. Bütün bu tapelerden sonra devlet mahremiyetinin ne kadar rezil olduğunu görmüş olduk. Devlet içindeki “özel” ilişki ve konuşmaların aslında ne kadar sıradan ve ne kadar pespaye olduğunu gördük. Dolayısıyla kafamızdaki devlet imajı yerle yeksan oldu. İyi de oldu. Devlet o kadar da “derin” ve soyut bir şey değilmiş, toplumun üstünde veya dışında değilmiş. Gerçekten çok gündelikmiş. Fevkalade sıradanmış. Oradaki akıllar o kadar süper, bizim bilmediğimiz akıllar değilmiş. Entelektüel olarak da öyle, insan kapitali olarak da öyle...


(Fotoğraflar: Erdost Yıldırım)

ÖNCEKİ HABER

Yabrud, Suriye krizinde dönüm noktası oldu

SONRAKİ HABER

Düşürülen uçağın pilotunun görüntüleri yayınlandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...