23 Mart 2014 07:19

Böl(ünme)mek

Berkin Elvan 14 yaşındaydı. Ekmek almak için evinden çıkmıştı. Başından bir biber gazı kanisteri ile vuruldu. Vurulduğunda “anne” diye bağırdı ve bir daha sesi çıkmadı. 269 gün komada yaşam mücadelesi verdi ve 15 yaşında öldü. Öldüğünde 16 kiloydu.

Böl(ünme)mek
Paylaş

Halis ULAŞ*

Berkin Elvan 14 yaşındaydı.  Ekmek almak için evinden çıkmıştı. Başından bir biber gazı kanisteri ile vuruldu. Vurulduğunda “anne” diye bağırdı ve bir daha sesi çıkmadı. 269 gün komada yaşam mücadelesi verdi ve 15 yaşında öldü. Öldüğünde 16 kiloydu.
Türkiye’nin başbakanı, henüz Berkin’in cansız bedeni soğumamışken, Gaziantep mitinginde;  “Maalesef terör örgütlerinin içine aldığı, terör örgütlerinin içinde ne yazık ki yüzü poşulu, eline sapan verilmiş, cebinde demir bilyelerle olan bir çocuk orada maalesef bir biber gazına o da muhatap oluyor… Kardeşlerim, polis orada yüzü poşulu, elinde sapanla demir bilyeleri savuran o kişinin kaç yaşında olduğunu nerden ayıracak?​” dedi. Hatta bununla da yetinmeyip Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ı, yasına bile saygı duymadan, on binlerce insana yuhalattı.
Peki, Berkin Elvan’ın Tayyip Erdoğan tarafından“terörist” ilan edilmesinin ya da annesinin on binlerce insan tarafından yuhalatılmasının arkasında ne vardı? Aslında bu sorunun cevabını Tayyip Erdoğan aynı konuşmasının devamında kendi cümleleri ile veriyordu; “Burak Can’ın elinde sapan yoktu. Burak Can’ın elinde silah yoktu. evinin önünde olan bu yavruyu orada  ediyorlar ve sokaktan toplanan kovan sayısı 42. Bunlar bu teröristlerle el ele iş tutuyorlar.” Burak Can Karamanoğlu Berkin Elvan’ın cenazesinin olduğu gün silahla vurularak öldürülmüştü. 22 yaşındaydı. Ancak başbakan bu iki insandan birini “terörist” diğerini “şehit” olarak tanımlıyordu ve bizden de tarafımızı seçmemizi istiyordu.  
Aslında insanlık tarihi birilerini ötekileştirerek bu karşıtlığın oluşturulduğu örnekle doludur. Ortaçağdaki engizisyon mahkemelerinde, Hitler Almanyasında, Mussolini İtalyasında ya da Franco İspanyasında bu karşıtlık ve ötekileştirme milyonlarca insanın öldürülmesinin altyapısını hazırlamıştır. Tayyip Erdoğan da bu karşıtlığı ilk kez oluşturmuyordu. Son olmayacağını öngörmek de zor değil.
Çünkü Tayyip Erdoğan’ın politik varoluşunu bu karşıtlıklar üzerinden, insanları saflara ayrıştırarak sağladığını süreç içerinde defalarca gördük. Bu ayrıştırmanın en tipik örneği olarak 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu verilebilir. 12 Eylül 1980 darbesinden 30 yıl sonra gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumda AKP’nin politik projeksiyonunu kolaylaştıracak anayasa değişikliğini içeriyordu. İşte bu 26 maddelik değişiklik önerisinin son maddesi de paketin tümüyle oylanmasını öngörüyordu. Ya hepsine evet denilecekti ya da hayır…   Yani koca bir ülke ya bizdensin ya da değilsin karşıtlığına zorlanıyordu.
Oysa bu paket içerisine Türkiye solu için tarafını seçmeyi zorlaştıran bir madde de yerleştirilmişti.  Bu madde 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile bu dönemde kurulan hükümetler ve Danışma Meclisi’nde görev alanların yargılanmasını önleyen geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılmasını öngörüyordu.
12 Eylül 1980 darbesi Türkiye’nin üzerinden bir silindir gibi geçmişti. Milyonlarca insan fişlenmiş, yüzlerce insana idam cezası verilmiş, onlarca kişi asılarak idam edilmiş,  yüzlerce kişi işkencede ölmüş ve muhalif tüm sesler susturulmuştu. Yasının tutulmasına ve hesaplaşılmasına  asla izin verilmemiş olan darbe özellikle Türkiye solunun ortak travmasıydı. Farklı renklerde yaşamlarını sürdüren Türkiye solunun aynı renkte birleşebilecekleri ortak acısıydı. İşte bu noktada Tayyip Erdoğan sahneye çıkarak kürsülerden şiirler okumaya, “timsah” gözyaları dökmeye başladı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ilk idam edilen devrimci Necdet Adalı’nın,  17 yaşındayken yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren’nin, idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun ve sabah namazını kılarken başına dipçikle vurularak öldürülen Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun adlarını anarak referandumun politik psikolojik altyapısını hazırlamaya başladı. Aslında başka bir okumayla Türkiye solunun ortak acısını elinden aldı. Yalnız bu travmayı Türkiye solunun elinden almakla kalmayıp; aynı zamanda darbe ile hesaplaşabilme ihtimali üzerinden Türkiye solunu “Hayır”, “Yetmez ama evet” ve “Boykot” kıskacına sürükledi ve böldü. Referandum sonucunda %57.88 “Evet” oyu alarak anayasa değişiklikleri kabul edildi.
Haziran 2013 Türkiye’ye solun her renginin, örgütsüzlerin, lise öğrencilerinin, annelerin, babaların,  kadınların, erkeklerin, LGBT bireylerin, antikapitalist Müslümanların, Türkün, Kürdün ve bilcümle vicdanın yan yana, omuz omuza direnebildiğini gösterdi. Umut oldu ve hep birlikte başka bir dünyayı kurabileceğimizin eskizi oldu.
Haziran direnişinde Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Hasan Ferit Gedik ve Ali İsmail Korkmaz direniş sırasında bir bir öldürülürken Tayyip Erdoğan her cümlesi ile ateşler saçmaya başladı. İlk olarak direnişe katılanları “samimi çevreciler” ve “marjinal ya da terör örgütü üyesi” olarak ayrıştırmaya çalıştı. Direnişçileri kendi içerisinde bölemeyince bu defa grubun tümünü ötekileştirmeye başladı. “Türk Bayrağını yakacak kadar alçaldılar.” dedi, oysa direnenlerin bir bölümü ellerinde Türk Bayrağı ile alanlardaydı. “Gezi Parkı pis kokudan geçilmiyor.” dedi oysa yaşam alanları hep birlikte temizleniyordu. “Camide bira içtiler.” dedi oysa bira içmeyenler de direniyordu, “Başörtülü bacıma saldırdılar, yerlerde sürüklediler.” dedi oysa direnenler arasında başörtülü insanlarımız da vardı ve polis dışında kimse zarar vermiyordu. Son olarak “Türkiye’nin %50’sini zor tutuyoruz.” dedi. Oysa evlerinde zor tuttuğunu iddia ettiği insanlarda tüm engellemeler karşı gencecik insanların öldürüldüğünü görüyordu. Tayyip Erdoğan Haziran 2013 direnişinde bölemedikçe saldırganlaştı. Emrettiği polisleri ve milisleri ile gencecik insanların kanı ile “destan” yazdığını sandı. Sandı diyorum çünkü Haziran 2013 direnişi bize hem bireylerin hem de örgütlerin farklı renklerini yan yana getirerek bir gökkuşağını inşa edebileceğini öğretti.
Türkiye, seçimlerin arifesinde yine ve yeniden ya bizdensin ya da değilsin karşıtlığına sürüklenmekte. Oysa bizim Haziran 2013 direnişinde yitirdiğimiz gençlerimize ve Berkin Elvan’a çok önemli bir borcumuz olduğunu düşünüyorum. Berkin 16 Haziran 2013 günü evinden ekmek almak için çıktı ve o ekmeği evine götüremeden öldürüldü.  Evet, bizim Berkin’e ve direnişte yitirdiklerimize bir ekmek borcumuz var ve o ekmeği ancak Haziran direnişinde olduğu gibi bölünmeden  yan yana durup direnebilirsek alabileceğiz.

*Doç. Dr.-Dokuz Eylül Üniversitesi

ÖNCEKİ HABER

\'Dört Şehir\' bir parti

SONRAKİ HABER

Newroz, halkın çözüm iradesidir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...