11 Şubat 2014 07:11

Mapushane Kapısı

M. Berat SAYMADİ
İstanbul

Müzik sadece müzik değildir; içinde resim vardır, şiir vardır, acı ve mücadele vardır. Her daim şarkının bir yerlerinde dolanır, enstrümanın tellerine takılır, sözler dillere dolanır ve tarih boyunca akar gider.
Şimdi evvel zaman içinden bugünlere akan, içinde resmin, şiirin acının ve mücadelenin olduğu bir şarkının yolculuğuna çıkalım hep beraber.
İbrahim Balaban isminde Türkiye resim tarihinde önemli bir ressamımız vardır. Kendisi 1937 yılı kasım ayında Ayıngacılıktan (esrar çıkarmaktan) üç yıl ceza aldı.
‘‘ Babamın hali vakti yerinde olduğu için, benim yakamı bir iki yıl boş koydular. Bu ara beni en iyi avutan avcılık oldu. Avcılıkta gezerken ben, köyümüzün manzarası tekrar güzelleşiyordu… Günün birinde avcılık, “ayıngacılık”a dönüştü.’’
Bursa Mahpushanesinde yattığı sırada Nâzım Hikmet’i tanıdı, aynı yıl hapisten çıktı. Cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün düğün evini basan hasmını öldürdü ve yeniden cezaevine girdi. 1942 ila 1944 ve 1947 ila 1950 yılları arasını Bursa Cezaevinde geçirdi. Kendisinden 20 yaş büyük Nâzım Usta’ya çırak oldu. Nâzım Hikmet, aynı dönemde mahpus yatan Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istiyordu. Balaban cezaevinde resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika konularında bilgiler edindi. Onun desteği ve ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı.  Bu dersler ileride onu çok bilinir bir ressam yapacaktı.  Balaban, yedi yıl süren  Hikmet’li günlerini 1968’de yazdığı Şair Baba ve Damdakiler isimli kitabında anlattı. Yine 2003 yılında Berfin Yayınlarından çıkan “Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl” isimli bir kitap daha yazdı. Balaban kitabında şöyle diyordu, ”O günleri Nâzım Hikmet ile mahpushanede kaldığımız sürelerde, çektiğimiz çilelerin ve dertlerin baskısına rağmen: Nâzım ile el ele verip, öğretmen ve öğrenci olgularının becerileriyle, mahpushaneyi “okul” eyledik.’’
İbrahim Balaban 1950 affıyla, Nâzım’la birlikte mapushaneden çıktı. Çıkarken elinde Nâzım’ın her biri adına şiir yazdığı “Bahar” , “Mapushane kapısı”, “Harman” adlı üç tablo ile ayrıca “Doğum”, “Cinayet” ve “Suda Donbaylar” adlı tablolar vardı.
O Mapushane Kapısı yıllar sonra Yeni Türkü’nün toplatılan ilk albümü Buğdayın Türküsü’nde Selim Atakan bestesi olan bir şarkı oldu. Şarkı da tablo kadar bilinir oldu.

Mapushane Kapısı
Altı kadın vardı demir kapının önünde / beşi toprağa oturmuş, ayakta biri;
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde/ besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.
Altı kadın vardı demir kapının önünde / ayakları sabırlı, ellerinde keder,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde/ cin gibi bakıyor kundaktakiler.

Altı kadın vardı demir kapının önünde / sımsıkı gizlemişler saçlarını,
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde / biri kavuşturmuş avuçlarını.
Bir jandarma vardı demir kapının önünde / ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.
Bir beygir vardı demir kapının önünde / nerdeyse ağlayacak.
Bir köpek vardı demir kapının önünde / burnu kara, tüyü sarı,
kamış sepetlerde yeşil biber vardı / torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.

Altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
altı kadından biri sen değildin, ama
beş yüz erkekten biri bendim…
İbrahim Balaban resimlerinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle sergileri basıldı. Davalar açıldı, yasaklandı. Birinde öyle bir isyan etti ki, geçmişten bugüne pek fazla şeyin değişmediğini, bugün bize tekrar öğretti:
“Evet ülkede demokrasi var: Benim, güzel sanatlarla uğraşma özgürlüğümün yanında, onların hırsızlık yapma, tuzak kurma, iftira atma özgürlükleri var.’’
Ne kadar da tanıdık öyle değil mi?

Evrensel'i Takip Et