4 Ağustos 2025 04:34

89 Bahar eylemlerinde aktif rol alan işçi Bekir Yurdagül: Mücadeleyle kazanıldı, mücadeleyle kazanılacak

89 Bahar Eylemlerini o dönem Gölcük Askeri Tersanesi'nde çalışan, sendika yöneticiliği ve ardından milletvekilliği de yapmış olan Bekir Yurdagül ile konuştuk.

89 Bahar eylemlerinde aktif rol alan işçi Bekir Yurdagül: Mücadeleyle kazanıldı, mücadeleyle kazanılacak

Fotoğraf: Kişisel arşiv

İzel Gözde Meydan
[email protected]


Kamuda çalışan 600 bin işçi ve ailesini ilgilendiren kamu çerçeve protokolünde sefalet sözleşmesi imzalandı. Türk-İş örgütlü olduğu işyerlerinde grev kararı alacağını duyursa da Erdoğan eliyle gelen grev yasağı ve sendikal bürokrasinin tutumu grevlerin önüne geçti. Kamu işçileri toplu sözleşme görüşmeleri boyunca sefalet dayatmasına karşı hem hükümete hem de uzlaşmacı tutumları, etkili eylem kararları alınmaması gibi pek çok nedenden kaynaklı da sendikalarına tepkili. Özellikle grev yasağı kapsamında olan işyerlerinde fiili olarak tepki dinmiş durumda.

Kamu işçileri açısından bugün gelinen noktayı, işçilerin mücadele deneyimi açısından önemli bir yeri olan 89 Bahar Eylemlerini o dönem Gölcük Askeri Tersanesi'nde çalışan, sendika yöneticiliği ve ardından milletvekilliği de yapmış olan Bekir Yurdagül ile konuştuk.

80'li yıllarda Gölcük Askeri Tersanesi'nde işçi olarak çalıştınız, ardından sendika yöneticiliği yaptınız, o dönem kamuda çalışan tersane işçilerinin çalışma ve yaşam koşulları nasıldı? 

Bugünkünden çok farklı değildi ve işçiler de bugünkünden çok farklı durumda değildi. Satın alma güçleri düşmüştü. Geçinmekte çok zorlanıyorlardı. Tersaneden çıkıp başka işyerlerine geçmeye başlamışlardı. Tersane de kalifiye eleman bulmak da o süreçte zorlanıyordu. 1986 yılında sendika yönetimine geldik, o yıllar Turgut Özal'ın izlediği ekonomi politikalarıyla çalışanları fakirleştirdiği milli gelirden aldıkları pay itibariyle dip noktaya getirdiği bir süreçti. Sendikal hareketin de 12 Eylül sonrası dibe vurduğu, yaprağın kıpırdamadığı, işçilerin eylemlilikten uzaklaştığı ve hatta grevi eylemi unuttuğu bir süreçte biz yönetime geldik. Bizim işyerlerimiz açısından da tabii milli savunma iş kolu Türkiye'yi yöneten, darbeyi yapan askerlerin yönetici olduğu bir iş koluydu. İşveren vekillerimiz komutanlar ve bu kişilerle işçilerin sorunlarını konuşmak, sınıfının sorunlarını çözmek oldukça da zordu. Onların mantığın da 'Türkiye'yi biz yönetiyoruz, işçilerin bir şikayeti olursa bize gelir. Sizden önce biz onların sorunlarını çözeriz. Biz size daha yakınız. Sendikada ne işi var işçilerin?' şeklindeydi.

Böyle bir mantalite aynı zamanda işçiyi de asker gibi görüyordu hala belki devam ediyordur bu durum. işçi ve sendika da hiçbir şekilde buna tepki göstermiyor, sendika işçinin arkasında durmuyor. 1986 yılında Gölcük'te on yıllık bir sendika yönetimini devirerek yönetime başladık, bizden önceki yönetimdeki arkadaşlarımız ANAP'lı, DYP'li, MHP'li idi. Yeni yönetimi alan bizler ise o dönem SHP üyesiydik, hepimiz 5-6 yıllık genç işçilerdik.  Böyle bir yönetimden sonra tam aksi bir sendikalı anlayışa ve siyasi anlayışa sahip yöneticilerin gelmesi nedeniyle işçi önce bir nedir ne değildir diye bekledi. Sonrasında o güven ortamı oluştu işçi arkadaşlarımızla aramızda. Tersanede temsilcileri işçi arkadaşlarımız seçti, 60 kişilik bir danışma kurulu oluşturduk o kurullarda olacak arkadaşlarımızı işçiler seçti. Tersanenin yapısı farklıdır, işte makine fabrikası, marangoz atölyesi, boya fabrikası, kaynak fabrikası, elektrik fabrikası gibi. O iş yerlerinde yüz elli, iki yüz, üç yüz işçi çalışıyor ama temsilci sayısı yetersiz kalıyordu o nedenle böyle bir kurul oluşturmuştuk. Aynı şekilde delege seçimlerine de hiç karışmadık ve bu süreçte işçilerin sendikaya gidip gelme sıklığı arttı. Bugün de bazı sendikalarda işçiler sendikanın kapısını açmaya korkuyor ama biz o zaman sendikayı bir kaynaşma alanı haline getirdik ve ilk sözleşmemiz 1987 sözleşmesiydi. Ve biz yönetime yeni geldiğimiz için acemiliğimize denk gelmişti o sözleşmeye iyi hazırlanamamıştık

12 Eylül sonrası askeri tersanelerde grev yasaklı işyerleri arasında, bahsettiğiniz gibi askeri yönetim işçiye de asker gibi davranıyor; o dönem işyerlerinde yaşadığınız sorunlar için eylemler yapmış mıydınız?

Tabii yaptık. Bir köprü eylemimiz oldu, bizim yani işçilerin yemekhaneye geçişi poyraz rıhtımı denilen bir yer var. Askerler o yolu kullandıklarında işçilerin arasından geçmek zorunda kalıyorlar. Bir köprü yapalım iş iler o köprüden geçsin dendi. O zaman tersanede 4600 işçi arkadaşımız çalışıyor, öğle paydosunda binlerce işçinin o köprüden geçip dönmesi, orada yaşanacak koşuşturmayı düşünün. Biz de dedik ki biz arkadaşlarımızı bu köprüden geçirtmeyeceğiz. Kapıya güvenlik koydular ama işçi ezdi geçti. Sonra köprüyü kaldırmak zorunda kaldılar, başka bir yere bağışladılar. İlk önemli eylemlerimizden biri oydu

Servis olayımız yoktu bizim. Binlerce insan Kocaeli'nin köylerinden başka ilçelerinden otobüsle işe gidip geliyordu bunun için de eylemler yaptık. Bir işçi arkadaşımız kalp krizi geçirmişti ve onu deniz hastanesine götürdüler ama deniz hastanesi almadı. Sigortaya gönderdi ve arkadaşımız yolda öldü. Bunları büyük tepkiler gösterdik biz. Yoğun tepkiler gösterdik.

Peki 1989 yılında toplu sözleşme görüşmeleri için nasıl bir hazırlık yaptınız?

Bir defa sözleşme taslağını arkadaşlarımızla birlikte oluşturduk sözleşmedeki her bir maddeyi. Yani fabrika fabrika gruplar halinde komisyonlar oluşturduk. Önce iş yerlerinde sonra onu sendikaya taşıdık. Bizim dışımızda tamamen işçi arkadaşlardan oluşan komisyonlar kurduk ve onları birleştirdik. Yani işçi arkadaşlarımızın kendi taslağının toplu sözleşme masasında tartışılması sonucu çıktı buradan.

Ve her hafta işçi arkadaşlarımızı sendika önünde toplayıp toplu sözleşme süreciyle ilgili olarak bilgilendirmeye başladık ve toplu sözleşme de kötü gidiyordu. Bir başka şey daha yaptık: büyük işyerlerinden başlayarak temsilci arkadaşlarımızı da toplu sözleşme masasına götürdük. O görüşmeleri bizzat izlediler. Milli Savunma Bakanlığı'ndan, Personel Dairesi'nden albaylar da vardı. Onların işçi karşıtı tavırlarına temsilciler doğrudan tanık oldu ve işyerlerine döndüklerinde bu deneyimi işçi arkadaşlarımıza aktardılar. Böylece olası bir olumsuzluğa karşı işçileri sürekli hazır tutuyorduk. Toplu sözleşme görüşmeleri devam ederken –bugün olduğu gibi görüşmeler bittikten sonra değil– biz işçileri çok önceden eyleme hazırlıyorduk. Çünkü bu hem bir müzakere hem de bir mücadele süreciydi. Mesela perşembe günü saat dörtte görüşmeler bitiyor, başkan buraya geliyor, biz hemen işçileri topluyor, gece yarısı Bursa yolunu kapatıyoruz. Eylemlerle birlikte yürüttüğümüz çok yoğun bir propaganda süreci vardı.

İşçiler arasında bugün en çok sendikalarına ve yöneticilerine güvensizlik ya da sadece onlardan bekleme hali hakim. O dönem bu bahsettiğiniz eylemleri yapan işçiler çok mu farklıydı? Buraya dair ne söylemek istersiniz?

Bugün işçiler hem sendikalarına hem de yan yana geldikleri arkadaşlarına güvenmiyor. Güvensizlik, iş güvencesi eksikliği ve örgütsüzlük çok ciddi sorunlar. Ancak bu sendikaları yönetenleri seçen de işçilerin kendisi. Bugün iki büyük işçi konfederasyonu ve memur sendikaları, iktidarın arka bahçesi hâline gelmiş durumda. Bunlar Erdoğan'ı hedef alamadıkları için Mehmet Şimşek'i hedef gösteriyorlar. Oysa Şimşek sadece bir sekreter. Kararları alan Erdoğan. Bunu kendisi de söylüyor: "Ekonomistim" diyor. O hâlde sorumluluk da onda. Bugün Türk-İş, Hak-İş ya da Memur-Sen bu iktidarın siyasi mücadelesine karşı bir tavır almadıkça, bu sendikal yapılarla kazanım elde etmek mümkün değil.

 O dönemin işçileri farklı mıydı? Hayır. Aynı işçilerdi. MHP'ye, ANAP'a, Refah Partisi'ne oy veren işçilerdi. Ama yöneticilerine güvendikleri için mücadeleye katıldılar. Bugün de aynı şey olabilir. Tek fark, güven. Bugün işçiler, "kırk bin lira alıyorum, neyin mücadelesini vereceğim" diye düşünüyor. Ama bu rakamlar alım gücü açısından hiçbir şey ifade etmiyor. O dönemde tersane işçisinin evi, arabası vardı. Bugün kirada oturuyor, ev sahibi olması mümkün değil. Kamuoyundaki algı da yanıltıcı. "Kırk bin lira alıyorsun, daha ne istiyorsun?" diyenler çok. Bu da işçilerin bölünmesine, emeklilerle, memurlarla karşı karşıya gelmesine neden oluyor. Çözüm nedir? Yine mücadele. Yine örgütlenme. Bu yukarıdan değil, aşağıdan olacak. Şubelerden, işyerlerinden başlayacak. Yukarının size sağlayacağı bir çözüm yok.

1989'da bize federasyonumuz bile karşıydı. Eylemlerden şikayet ediyorlardı. Ama her cephede mücadele ettik. Büyük bir kamuoyu oluşturarak hem sendikaları hem de iktidarı geri adım attırdık. Bugün o dönemin işçilerinin çoğu emekli oldu. Yeni kuşak bu deneyimi bilmiyor. Ama mücadele, zamanla ilgili değildir. O gün de mücadeleyle kazanıldı, bugün de ancak böyle kazanılır. İşçi arkadaşlarımız şunu unutmamalı: Mücadele etmekten, talep etmekten korkmayın. Kendi sınıf çıkarınıza sahip çıkın. Sendikanız mücadele etmiyorsa, değiştirin. Sınıftan yana, dürüst, güvenilir temsilciler seçin. Aksi hâlde, yirmi yıl daha fakirleşmeye devam ederiz.

‘89’da ilk kıvılcımı tersane işçileri çaktı’

 Peki 89 Bahar Eylemleri nasıl başladı, işaret fişeği nasıl ateşlendi?

İşaret fişeğini burada tevazu göstermeyeceğim, Gölcük işçileri yaktı. Bahar eylemlerinin ilk kıvılcımı tersane işçileri tarafından çakıldı. Her hafta sendikaya çıkıyor, basın açıklaması adı altında Bursa yolunu trafiğe kapatıyor, öğlenleri Anıtpark'ta toplanıyor, yemek boykotları yapıyorduk. Vizite eylemleri o dönemin en etkili eylemlerindendi. Pazartesi gününden başlamak üzere altı bin işçiyi viziteye çıkarıyor, bir haftalık rapor aldırıyorduk. Bu süreçte fiilen üretim duruyordu. Bunu birkaç kez tekrarladık. Yemek boykotları sıklaştı, işyerini terk etmeme eylemleri başladı. Fiilen grev kararı alarak işçiler kızak altında toplandı, fabrikaya gitmeyip bir hafta boyunca üretimden gelen güçlerini kullandılar. Bu eylemler İstanbul'a, Eskişehir'e, Ankara'ya, Kayseri'ye, İzmir'e sıçradı. Ardından tekel işçileri, Petkim, Tüpraş işçileri, demiryolu çalışanları –ki o zaman katkıları sınırlıydı– sürece katıldı. Bahar eylemleri, dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut'a ve Cumhurbaşkanı Özal'a geri adım attırdı. Enflasyon o dönemde yüzde 70-80'di ama biz yüzde 150-160 oranlarında toplu sözleşmeler imzaladık. İşçilerin alım gücü ikiye, üçe katlandı. Bu sürecin ardından 1991 ve 1993 sözleşmeleri geldi; bunlar işçilerin zirvede olduğu dönemlerdi.

Peki o günden bugüne baktığınızda kamu işçilerinin içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün işçilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 25'e geriledi. Neden? Çünkü hem kamu işçileri hem memurlar TÜİK enflasyonuna endeksli zamlarla yetinmek zorunda bırakıldılar. TÜİK enflasyonunun gerçekleri yansıtmadığını hepimiz biliyoruz. Bu, çalışanların daha da yoksullaşması demek.

Hükümet ilk altı ay için yüzde 24 zam teklif etti, sonraki dilimlerdeki tekliflerini geri çekti ve TÜİK enflasyonuna endeksledi. Bu teklifin kendisi, kamu işçilerinin yoksulluk sınırının yarısı kadar ücretlere mahkûm edileceğinin göstergesi. Eğer buna karşı örgütlü bir mücadele verilmezse, bu kısır döngü her toplu sözleşme döneminde tekrarlanır.

Evrensel'i Takip Et