2 Ağustos 2025 04:40

Kapitalist bir toplumda çocuk olmak (ya da olamamak)

Çocukluk, çoğu zaman mutlulukla özdeşleştirilir ancak güvencesiz koşullarda yaşayan, yoksulluğun ya da şiddetin içinde büyüyen çocuklar için çocukluk, korunmuş bir alan değil, ihmal edilmiş bir evre.

Kapitalist bir toplumda çocuk olmak (ya da olamamak)

Fotoğraf: Volkan Pekal/Evrensel 

Kaan Biçici


Charles Dickens’ın Oliver Twist’inde karşılaştığımız baca temizleyici çocuklar, yalnızca bir dönemin gerçeğini değil erken kapitalizmden başlayarak gelen kapitalizm ve çocukluk ilişkilerini göstermek açısından da çarpıcıdır. Bu meslek için özellikle altı yaşındaki çocuklar tercih edilir; çünkü bacalara sığacak kadar küçük olmaları gerekirdi. Dört yaşında başlayanlar bile vardı; çoğu zaman aileleri tarafından parayla devredilir, kimi zaman da yetimhanelerden “masrafsızlık” adına verilirlerdi.

Çocuklar baca temizleyici olunca baca temizleyici çocukların “ölümleri” o dönem için olağandı: Dar baca kanallarında sıkışan, yanarak ya da boğularak ölen pek çok çocuk... Bu uygulama 1875’te yasaklandı, bugün çocuklar baca temizlemiyor belki ama işçilik başka biçimlerde sürüyor. Tarımda, sanayide, atölyelerde çocuk emeği hâlâ sistemin en görünmeyen ama en işleyen çarklarından biri. Çocuk işçiliği yalnızca kayıt dışı çalışmak değil; oyun, eğitim ve dinlenme hakkının yerini erken yaşta sırta yüklenmiş “sorumlulukların” alınmasıyla başlıyor. Çocukluğun bastırıldığı, ona zaman tanınmadığı bir “hazırlık evresi” bu...

Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda çocukların kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz ve denetlenebilir iş gücünün parçası olduğundan bahseder. Yaşlarına değil, dayanıklılıklarına göre görevlendirilir; dinlenmeleri değil, üretmeleri beklenir. Çalışmazlarsa yoklukları “verim kaybı” olarak not edilir, çalıştıklarında ise sessizlikleri “avantaj” sayılır. Sendika kurmazlar, itiraz etmezler, sabrederler… Sanayi toplumunun arka planı değil; onun bugünü ve yarınıdır.

E. P. Thompson ise bu çocuklara yalnızca çalıştırılmaya mecbur bırakılanlar olarak değil, belleği taşıyan özneler olarak da yaklaşır. Onlar sadece küçük işçiler değil; sınıfsal deneyimi evde, sokakta, oyunda içselleştiren, belki henüz adlandıramasa da “hisseden” öznelerdir. Kimileri için korunan, planlanan bir dönem; kimileri için ise sorumlulukla, çalışmayla ve sessizlikle geçen bir geçiş süreci.

Çocukluk, tek başına bir biyolojik evre değil; sistemin içine doğulan ve o sistemin işleyişine göre biçimlenen bir toplumsal pozisyon. Bir çocuğun kaç yaşında çocuk olduğu, bedeninin hangi evresinde “çocukluk” sınırında kaldığı, tıbbi olarak ölçülebilir elbette. Ama çocukluğu yalnızca diş döküm takvimiyle, büyüme eğrisiyle açıklamaya çalışmak, en hafifinden yanıltıcıdır. Kapitalizmde çocukluk, sadece bir gelişim dönemi değil, yönetilmesi gereken bir alan olarak kurgulanır. Oyun alanları, reklamlar, ekranlar ve eğitim sistemleriyle yönlendirilir; çocuklar korunmaktan çok “şekillendirilir.” Pedagoji de hatta pediatri dahi zaman zaman bu yönlendirmenin bir parçası haline gelir: ölçer, karşılaştırır, normalleştirir. Ne zaman ne öğrenilmeli, nasıl davranılmalı, hangi yaşta ne yapılmalı… Bu yönlendirmeler de sadece kısa vadeli değildir, geleceğe uzanır. Çocuk yalnızca bugünüyle değil, ileride nasıl biri olacağıyla ya da daha doğrusu “Nasıl olması gerektiğine” göre değerlendirilir.

Modern tıbbın çocuğa yönelik koruyucu yaklaşımı, çoğu zaman yapısal eşitsizlikleri göz ardı eder. Pediatri kitaplarında çocukluk evresi homojen biçimde tanımlanır; ama bir çocuğun düzenli sağlık kontrollerine girip girmediği, aşı takvimine dahil olup olamadığı, hatta beslenip beslenemediği yaşadığı sınıfa göre değişir.

Çocukluğun “kırılganlık” üzerinden tanımlanması da bu eşitsizliğin bir parçasıdır. Üst sınıftaki çocuk için kırılganlık, üzerine konuşulması gereken bir duygu durumudur; yoksul çocuk içinse genellikle tanınmayan bir hal. Biri düştüğünde “Neden düştü?​” diye sorulur, diğeri için düşmek olağandır. Kırılganlık çoğu zaman maddi güvenliğe bağlı bir ayrıcalıktır.

Yetişkinlerin dünyasında çocuklukla kurulan ilişki de bu kırılganlık mitinin uzantısı. “Çocuk gibi davranma”, “Bu ciddiyetsizlikle bir yere varamazsın” gibi cümleler, çocukluğun nasıl değersizleştirildiğinin ifadesi aslında. Oyun oynamak değil, plan yapmak önemlidir; hayal kurmak değil, hedef koymak... “Ciddiyet” kapitalist dünyanın erişkinlik giriş bileti gibidir.

İşçi sınıfının çocuğu için oyun, çoğu zaman bir boş vakitte, sokakta kendiliğinden kurulan kısa süreli bir alan olur. Oyun oynamak bir hak değil, çalışmamanın denk geldiği bir an gibidir. Eğitim de benzer biçimde, çocuk için değil, çoğu zaman aile için anlam kazanır: “Okusun da kurtulsun” beklentisiyle taşınır. Ama bu kurtuluş hikayesi engebeleri, engelleri çok bir yolda kurulur; sınavlar, maliyetler, eşitsiz başlangıçlar bu yolu baştan zorlaştırır. Çocuk okulda “eşittir” ama yaşamsal tüm olanakları, sırtına yüklenmiş ve onu tanımlar hale gelmiş “sorumluluklar” belirleyici olur.

Bir de çocuğun sırtındaki yük, kendi varlığından daha çok anlam taşıyormuş gibi anlatılır. Çalıştığı için “akıllı”, sorumluluk aldığı için “olgun” olmuştur... Yoksulluğun nedenlerini sorgulamak yerine, yoksulluğun içindeki çabayı yücelterek teselli üretir; işçiye “tevekkül” söylendiği gibi çocuk işçiye de teselli bırakılır. “Erken yaşta çalışmaya başlamış, kimseye muhtaç olmamış” denince de böylece çocuk işçilik yalnızca ekonomik değil, kültürel olarak da meşrulaşır. Nitekim övgülerle de, çocukluğun bastırılması, oyun hakkının elinden alınması ve eğitimin ikincilleştirilmesi görünmez hale getirilir. Yükü ve “kamburluğu” övmek çoğu zaman yükü oraya koyan koşullarını adını anmamakla yürür.

Hasbelkader kültürel, sanatsal ya da "eğitimsel" bir başarı gösterdiğinde, bu başarı çoğu zaman kendi sınıfsal konumuyla değil, ondan uzaklaşma "kapasitesiyle" tanımlanır. "Oraya ait değilmiş" ile “Artık oradan değil” cümleleri hiçbir biçimde takdir taşımadığı gibi ait olduğu sınıfla bağını koparmasını ima eder. Koparmadıysa da koparması salık verilir. Rol modeli Martin Eden olmalıdır (ama onun hayalkırıklığından bahsedilmez). Sınıfını unuttuğu ölçüde sistem tarafından kabul edilir ama tam da bu unutma, onu yalnızlaştırır. Geride kalanları göremeyecek kadar uzaklaşmışsa uygun, şayet geride kaldıysa da suçludur.

Sınıfsal katmanlarda “bir tık” yukarıda olanlar ise planlanmış bir programa doğar gibidirler. Kurslar, dil eğitimi, gelişim takvimleriyle zaman organize edilir. Bu yapı, çocuğun gelecekteki başarısını güvence altına almayı amaçlar ama çoğu zaman kendi içinde bir baskı düzenine dönüşür. Eğlenmek bile plan dahilindedir. Koşulsuz değil, düzenlenmiş bir çocukluk yaşanır. Sistemin beklentilerine uyumlu hale getirilir, kendi arzu ve yönelimleri çoğu kez ertelenir.

Patron çocuğu çoğu zaman hayatına bir yarışın içinde başlamaz; çünkü pek çok adım, başlamadan onun adına atılmıştır zaten. Olanaklar “sınırsız”, sırtındaki kefe de boştur. Kim olduğu sorusu, ne yaptığıyla değil, neyin varisi olduğuyla yanıt bulur. Çocuklukları çoğu zaman planlı ama sorunsuz geçer; çünkü sorunları çözülmeden önce ortadan kaldırılır.

Bir çocuğun hatası “tecrübe” olarak görülürken, başka bir çocuğunki “yetersizlik” sayılır. Kimine risk almak cesaret olarak yazılır, kimine aynı şey “sorumsuzluk” olarak... Başarı, çoğu zaman bireysel çabadan çok, o çabanın hangi zeminde üretildiğiyle belirlenir. Aynı sırada oturan iki çocuk arasında doğrudan görünür olmayan ama etkili bir ayrım vardır. Bu yüzden eşitlik iddiası, çoğu zaman koşullar değil yalnızca şekiller üzerinden kurulur.

Çocukluk, çoğu zaman mutlulukla özdeşleştirilir. “En güzel çağ” ya da “dertlerden uzak dönem” gibi ifadelerle anılır. Bu anlatı, her çocuk için geçerli değil tabii; oyuna vakti olmayan, güvencesiz koşullarda yaşayan, yoksulluğun ya da şiddetin içinde büyüyen çocuklar için çocukluk, korunmuş bir alan değil, ihmal edilmiş bir evre. “Mutluluk” da o yüzden maddi ve sosyal koşullarla doğrudan ilişkili, yalnızca bireysel bir duygu değil. Bu yüzden çocukluğa dair konuşmaları geleceğe ertelemeyip bugünden başlamak gerek.

Çocuklara yönelik gelecek tahayyülü, yalnızca daha fazla park, daha iyi okul ya da gelişmiş eğitim materyalleriyle sınırlı değil. Bu tahayyül; savaşsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun parçası olursa “anlamlı”. “Mutlu bir gelecek” sahici bir söylem olacaksa da bu yolu yürümekle varılacak gibi gözüküyor.

Evrensel'i Takip Et