23 Temmuz 2025 15:58

Bir taraf susarken barış olabilir mi?

İktidar, barışı, savaşı, demokrasiyi iktidarını sürdürmenin aracı olarak görmektedir. Gerçek barış, iktidarların pazarlık masalarından değil, halkların ortak örgütlü iradesinden yükselecektir.

Bir taraf susarken barış olabilir mi?

Fotoğraf: DEM Parti

Leyla TAŞDEMİR

Anadolu Üniversitesi

Kürt meselesi, yüz yılı aşkın süredir Türkiye’nin en derin ve çözümsüz bırakılan sorunlarından biri oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in kuruluşuna ve günümüze kadar inkâr, asimilasyon ve şiddet politikalarıyla şekillendi. 1978’de kurulan PKK, bu baskılara karşı gelişen bir tepkiydi ve Kürt halkının ulusal kimlik ve özgürlük arayışının tarihsel ifadesiydi. 1984’te başlayan silahlı mücadele, uzun yıllar boyunca ağır bedellerle devam etti. Hem örgütün hem de Öcalan’ın teorik ve pratik olarak eleştirilebilecek birçok yönü elbette vardır. Ancak, yürüttüğü mücadele Kürt halkının varlık ve özgürlük arayışı açısından tarihsel bir değer taşımaktadır.

11 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de gerçekleştirilen PKK’nin sembolik silah bırakma töreni ise çatışma tarihinin önemli dönemeçlerinden biri olarak kayda geçti. Abdullah Öcalan’ın “Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum” sözlerine atıfla yapılan bu eylem, örgütün silahlı mücadele defterini kapatma iradesini gösterdi. Ancak bu adım, tek başına kalıcı barışı getirmeye yetmez. Çünkü mutlak barış, iki taraflı bir irade ve halkların dahil edildiği şeffaf bir süreç olmadan mümkün değildir.

İki yüzlü tutum

Erdoğan, iktidara geldiği ilk yıllardan bu yana Kürt sorununa dair farklı tonlarda konuşmalar yaptı. Zaman zaman geçmişte Kürtlere yönelik inkâr, asimilasyon ve baskı politikalarını kabul etti; faili meçhullerden köy yakmalara kadar işlenen suçları dillendirdi. Son olarak, gerçekleştirilen silah bırakma töreninden sonra yaptığı açıklamada da benzer bir dil kullandı. Kürtlere yönelik zulümlerin, köy yakmaların, yasakların ve baskıların yaşandığını bir kez daha kabul etti. Ayrıca “büyük Türkiye, güçlü Türkiye” vizyonu çerçevesinde Kürtlerin haklarının tanınacağı, Meclis’te komisyon kurulacağı ve sorunun demokratik zeminlerde çözüleceği sözünü verdi. Ancak Erdoğan’ın bu sözleri hem Kürt halkında hem de demokrasi güçlerinde ciddi bir güvensizlikle karşılanıyor. Çünkü aynı Erdoğan yönetimi, Roboski Katliamı’nın, çözüm süreci bittikten sonra Sur, Cizre ve Nusaybin’i yerle bir eden sokağa çıkma yasaklarının hükümeti. HDP eski eş başkanlarını ve yüzlerce Kürt siyasetçiyi yıllardır cezaevinde tutuyor. Kayyum politikalarıyla Kürt halkının sandıktaki iradesini ve seçme/seçilme hakkını gasp ediyor.

Bugün “barış, kardeşlik, birlik” söylemleri dillendirilirken bile, AKP-MHP iktidarının yasal düzenleme planlarının halkların gerçek taleplerini karşılayıp karşılamayacağı da belirsizdir. Erdoğan, Bahçeli ve iktidar medyasının “tek millet” vurgusu, aslında Kürt halkının ulus kimliğini tanımayan; onları Türk kimliği içinde eritmeye çalışan asimilasyoncu çizginin sürdüğünü göstermektedir. Erdoğan’ın ikiyüzlü tutumunun özü de buradadır: Bir yandan barış, kardeşlik, demokrasi söylemleri; öte yandan halkların kendi kimliğiyle, diliyle, kültürüyle var olma hakkını gasp eden devlet aklı.

Bu ikiyüzlülük yalnızca Kürtlerle sınırlı değildir. Erdoğan iktidarı, farklı düşünen, hak arayan tüm kesimleri – işçileri, kadınları, gençleri, Alevileri, sosyalistleri, demokratları – susturmak için devletin tüm aygıtlarını seferber etmektedir. Bunun en güncel örneği, barış masası kurarken bile içeride muhalifleri ezmeye, dışarıda ise NATO’ya ve ABD’ye sadık bir partner olmaya devam etmesidir. Bugün, olası cumhurbaşkanı adayının tutuklu olması, seçilmiş belediyelere kayyumların ardı ardına atanması ve temel demokratik hakların sürekli ihlal edilmesi, iktidarın dillendirdiği barış ve demokrasi söylemlerinin ne kadar havada kaldığını açıkça göstermektedir. Bütün bunların yanında da burada Anayasa değişikliği meselesine de ayrı bir parantez açmak gerekecektir. Bütün bu anti demokratik tutumların devam etmesi, iktidarın anayasayı değiştirme girişimleri, halkın demokratik haklarını genişletmek için değil, yönetici sınıfın rejim krizini aşmak ve devleti yeniden yapılandırmak için devreye sokulmaktadır. Böyle bir ortamda yeni anayasanın gündeme gelmesiyle eşzamanlı olarak, CHP’li belediyelere atanan kayyumlar iktidarın demokrasi için adım atar pozisyonda olmadığının en bariz göstergesidir. Görünen tabloda iktidar anayasa ile birlikte toplu iş sözleşmesi (TİS) hükümlerinin uygulanmaması için kolları sıvayacak, kadın mücadelesine yönelik saldırıların artıracak, sendikal örgütlenmelere ilişkin yasak ve baskıları artıracaktır. Bunlar bir çelişki değil, aksine bütünlüklü bir programın parçasıdır.

Son dönemde sıkça dillendirdiği “Türk-Kürt-Arap ittifakı” söylemi de bu yaklaşımın bir parçasıdır. Erdoğan, bu söylemle hem iç politikada milliyetçi ve muhafazakâr tabanına Osmanlıcı bir rüya pazarlamakta, hem de ABD ve Batı’ya “bölgede istikrarı ben sağlarım” mesajı vermektedir. Gerçekte ise bu ittifak, Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını tanımadan, onları Türkiye’nin “tek millet” projesine entegre etmeye; Arap dünyasında ise ticari ve askeri ilişkiler üzerinden yeni bir hegemonya kurmaya yöneliktir.

Erdoğan iktidarının bölgesel Kürt güçleriyle ilişkisi de samimiyetten uzaktır. Rojava’daki özerk yönetimi yok sayarken, Irak Kürdistanı’nı ekonomik bağımlılıkla sınırlamakta; Suriye Kürtlerine karşı her fırsatta askeri saldırılar düzenlemektedir. Arap ülkeleriyle kurduğu ittifaklar ise dayanışmaya değil, yalnızca enerji, inşaat ve silah ticaretine dayanmaktadır. Nitekim bugün İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırılarını her fırsatta eleştirirken, diğer yandan İsrail’le ticari, askeri ve diplomatik ilişkileri kesmeden devam etmesi de bu samimiyetsiz dış politikanın en güncel örneklerinden biridir. Kısacası Erdoğan’ın iktidarı, barışı da savaşı da demokrasiyi de diktatörlüğü de kendi iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak görmektedir. Onun “barış” dediği, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan, eşitliğe ve özgürlüğe dayanmayan, yalnızca Türkiye kapitalizminin ve bölgesel yayılmacı hayallerinin önünü açan bir sessizlik düzenidir. Ancak bilinmelidir ki gerçek barış, iktidarların pazarlık masalarından değil, halkların ortak örgütlü iradesinden yükselecektir.

Burjuvazi ve süreç

Süreç, Türk burjuvazisinin dışa yayılmacı emellerinin yanı sıra, bölgedeki gelişim alanlarını da genişletecek; bu da Kürt burjuvazisiyle olan ortak hareket noktalarını artıracaktır. Türk burjuvazisi açısından “çözüm süreci”, Kürt illerindeki sermaye yatırımlarının önünü açacak, çatışma ortamının yarattığı güvensizlik ve ekonomik riskleri ortadan kaldıracaktır.

2013–2015 döneminde TÜSİAD’dan MÜSİAD’a kadar birçok sermaye örgütünün süreci desteklediği bilinmektedir. Bugün açısından TÜSİAD cephesinden henüz net bir tutum ya da açıklama gelmese de, MÜSİAD’ın Haziran ayında Diyarbakır’da gerçekleştirdiği toplantı, sermaye sınıfının sürece nasıl yaklaştığını gösteren önemli bir işarettir. MÜSİAD Genel Başkanı Burhan Özdemir’in bölgenin mevcut ekonomik durumunu özetlediği ifadeler, aynı zamanda Türk burjuvazisinin önümüzdeki süreçte bölgede atmayı planladığı adımların da bir panoramasını sunmaktadır: “Bölge, Türkiye’nin ürettiği her 100 liralık milli gelirin yalnızca 5 lirasını üretmektedir. Sanayi üretimindeki payı yüzde 3’ün, ihracattaki payı ise yüzde 1,4’ün altına düşmüş durumdadır. Bu tablo, bölgenin üretim omurgasının zayıfladığını ve küresel rekabetten tecrit edildiğini göstermektedir. Mezopotamya’nın kalbinde yer almasına rağmen, tarımsal üretimdeki payı potansiyelinin çok altında, sadece yüzde 13 seviyesinde kalmıştır.”

Bu açıklamalar, Türk ve Kürt burjuvazisinin bölgedeki sömürü koşullarını artıracak ortak bir “ihya seferberliği” başlattığını göstermektedir. Süreç, barıştan ziyade, sermaye birikiminin güvenliğini garanti altına alacak bir yeniden yapılandırmanın zeminini hazırlamaktadır.

Barış ve özgürlük mücadelesi

Bütün bu tablodan nasıl bir barış yolu çıkacağı ise asıl kritik konu. Gerçek bir barış için devletin Kürt halkının temel haklarını tanıması, siyasi tutsakları serbest bırakması, kayyum rejimini sona erdirmesi, anadilde eğitim hakkının verilmesi ve halkların demokratik, eşit yurttaşlar olarak birlikte yaşamaya olanak tanıması gerekir. Önümüzdeki günler, bu bulanıklığın giderilip giderilmeyeceğini, gerçek bir barışa mı yoksa yeni bir oyalama sürecine mi girileceğini gösterecektir.

Barış ve özgürlük mücadelesi bizim mücadelemizdir. Bu mücadelede, barış için ömrünü harcamış ama silahların sustuğunu göremeden aramızdan ayrılan Sırrı Süreyya Önder’i ve onun gibi nice isimsiz kahramanı da anmak gerekir. Onlar, barışın kelimesi, sesi ve taşıyıcısı oldular. Önder’in dediği gibi: “İnat da bir murattır. Barışın kaybedeni olmaz. Barışın postacısı da olurum, uğruna canımı da veririm.” Barış için kalemiyle, sesiyle, bedeniyle mücadele etmiş tüm insanlar, bugün barış kelimesini kurabiliyorsak bunun asıl mimarlarıdır. Onları anmak, barış diyen herkesin boynunun borcudur. Bu topraklarda Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermeni birlikte yaşıyor, birlikte üretiyor, birlikte mücadele ediyoruz. Bizim gücümüz, birlikte hareket etmekte, sınıf dayanışmasında ve ortak özgürlük hedefimizdedir. Savaşın, baskının ve sömürünün yarattığı yıkımı ancak biz, emekçiler ve gençler olarak omuz omuza vererek durdurabiliriz.

(Genç Hayat)

Evrensel'i Takip Et