Aleko: Eski mobilyalar ustalarının üslubunu yansıtırdı
Her İnsan Bir Hikaye’nin bu bölümünde, ömrünü ağaç ustalığına vermiş, pek çok tarihi mekanın antika mobilyalarının yapımı ya da onarımında emeği bulunan Aleko’nun atölyesine konuk oluyoruz.

Fatih Polat / Evrensel
Fatih Polat
Aleko’ya ulaşmam, arkadaşım, Yazar, Sevgili Tarhan Gürhan sayesinde oldu. Aleksandros (Aleko) Angelidis’in Ankara’nın nezih semtlerinden Bestekar Sokak’daki atölyesine birlikte gittik. Eski, antika mobilyaları onararak onlara yeniden hayat vermek, her ‘ustayım’ diyenin harcı değil. Bunu, ağaç ustalığının yaşayan efsanelerinden Rum Usta Aleko’yu dinlerken daha iyi anlıyoruz. Çeşitli boylarda testere, matkap, eye, rende, çekiç, mengene ve ahşap işinde kullanılan türlü alet edevatın ya bir duvarda asılı olduğu ya da bir tezgahın altında göze çarptığı bir atölye. Ahşap tozunun kokusunu aldığınız, kadim bir emek ve üretim mekanı.
“Asıl ismim Aleko değil. Aleko kısaltılmışı. Asıl ismim Aleksandros Angelidis. 18 Ağustos 1958’de Ankara’da doğdum.” Babası, 1867 yılında İstanbul’da kurulan Jean Psalty firmasında çalışmış olan Apostol Angelidis’in (d.1911 İstanbul – ö.1989 Ankara) Ankara’ya geliş hikayesi, onun da hayatını belirleyen bir adım olmuş.
“Ankara’da devlet işlerini yapan taşeron bir Rum var. Ulus’taki eski Meclisin restorasyon işi var. Adam İstanbul’da Psalty’i arıyor ve ‘Bana iyi bir usta lazım’ diyor. Babamı yolluyorlar. Babam öyle geliyor Ankara’ya, 1944’te. Biz burada doğuyoruz. Benim bir büyük ağabeyim var, şimdi rahmetli oldu. O Rumca konuşuyordu ama okuma yazma yok. Babam da, ‘Bir tanesi ana dilini öğrenemedi bari ikincisini İstanbul’a yollayalım, İstanbul’da okusun ve gelmek isterse buraya gelir’ diyor. Onun üzerine beni altı yaşımda İstanbul’a yolluyorlar. Aynalıçeşme’de teyzemlerde kalıyorum. Oradaki okula yazdırıyorlar, misafir olarak. Orada bir sene okuyorum, Rumcayı çözüyorum ve ilkokula başlıyorum. Annem de geliyor bu sefer. Yeniköy’de annemle oturuyoruz.”
Fatih Polat / Evrensel
O anlatırken atölyenin sokağa bakan camından yaşlıca bir kadın içeriye doğru bakıyor. Aleko konuşmasına ara vererek, el kadar bir ahşap fotoğraf çerçevesini tezgahın üzerinden alıp kadına uzatıyor. Kadın tebessümle, ‘Çok teşekkür ederim. Borcum’ diyor. ‘Yok’ diyor o da. Bize dönerek devam ediyor: “Bizde ilkokul altı seneydi. Altıncı sınıfa geldim ve çalışkan talebeydim. Öğretmenler seviyordu. O dönem ortaokula gitmek için sınava giriliyordu, ben sınavsız gittim ortaokula. İlk dönem okula başladık, altıncı sınıfta. Bizim müdire hanım vardı, Rum. O dönemde Kıbrıs olayları filan oldu. O dönemde bu kadını aldılar görevden, Türkçe öğretmenimizi müdür yaptılar. Ondan sonra bir kanun çıkardılar ve Türkçeden sınava girilecek denildi bize. Onun üzerine bizi aldılar Yeniköy’deki Türk okuluna altıncı sınıfta. Orada okuduk. Ama ne kadar okusak da sene sonunda sınavlara girdik, sınavlarda fen bilgisinden buharlı makinenin tarifi vardı. Parçalarını Rumca, Yunanca biliyorum, ama Türkçe hiç aklımıza gelmedi ki, böyle bir soru çıkar. Altımız da ikmale kaldık. İkmal sınavlarına girdik, öğretmenler bize yardımcı oldu. Öyle ilkokulu bitirdik. Ondan sonra ortaokula başladım. Sekizinci sınıfa kadar okudum. Sonra Ankara’ya babamın yanına geldim. Daha önce de yazları gelip babamın yanında çalışıyordum ama 1974’ten sonra düzenli olarak babamla çalışmaya başladım.”
Yaptığınız işlerden bahsederek devam etsek…
Ankara’da İş Bankasında Celal Bayar’ın odası, toplantı odası, bir de yönetim kurulu odasının restorasyonunu yaptım. İnönü Müzesi’nde, yatak odasında birkaç parça cilaladım, yaptım. Örneğin Prof. Dr. Mümtaz Soysal da müşterimdi. Şoförü gelip beni alırdı, eşini de tanıyorum. Bir gün baktım hoca, televizyonda Rumlara saydırıyor. Şoförü geldiğinde, dedim ki, “Bir daha hocaya iş yapmayacağım. Televizyon programında bizi yerin dibine soktu.” Sonra şoförü beni alıp eve götürdü ve dedi ki, “Hocam bak, Aleko ne diyor? Sana bir daha iş yapmayacakmış, televizyon programında Rumları yerin dibine sokmuşsun. O da dedi ki, “Olur mu öyle şey ya, ben Rumlar’ın içinde büyüdüm, Beşiktaş’ta.” (Gülüyor)
Dışişleri Köşkü vardı, hasır odası diye bir salonları vardı. Oradaki hasırları yaptım. Elçiliklerin çoğuna iş yaptım. Hâlâ devam ediyorum. Mesela Amerikalılar müsteşarla büyükelçinin işlerini bana veriyorlar. Burada bir sürü bürokratın işlerini yaptım.
Fatih Polat / Evrensel
‘Babam yaptığı işi yıllar sonra tanıdı’
Son dönemlerde, kapısında ‘antikacı’ yazan bir sürü dükkan görüyoruz ama biliyoruz ki, birçoğu aslında eskici. Bir mobilyanın antika olup olmadığı nasıl anlaşılır?
Onu yapan ustanın tek kişi olması. Bir de aynısının olmaması, biricik olması. Kullanılan malzeme. Babam, rahmetli, Psalty’de kalfalık yaptığında, oradaki kalfalar bir yemek odasının ya da yatak odasının komplesini yaparmış. Ve imza atarlarmış. Bir gün hatırlıyorum, Polatlı Un Fabrikalarının sahibinin evine gittik. Bir yemek odası takımı, ceviz. Psalty’nin işi. Senelerce kullanmış, artık solmuş. Cila ve tamir istedi. Buraya getirdik. Babam baktı ve ‘Ben yaptım bunu’ dedi. ‘Nereden anladın?’ dedim. Büfenin altındaki kontraplağı söktük. İçinde babamın imzası vardı. O zaman dedi, biz böyle bitirdiğimiz işe imza atardık. Kimin yaptığı belli olsun diye.
‘Aleko, bu sandalyeleri sen yapmadın’
Anlattığı şu örnek ise müşterilerin seçtikleri ustanın üslubuyla kurdukları ilişkiyi göstermesi açısından çok çarpıcı: “Bir hariciyeci müşterim var, büyükelçiydi. Cinnah Caddesi’nde ara sokakta bir apartmanları vardı. Evinde ahşap gördüğünüz her şeyi ben yapmışımdır. Tamirini, cilasını, her şeyini. Eşi, Tülin Hanım aradı. Beni de çok sever. ‘Aleko altı sandalye getirdik İngiltere’den’ dedi, ‘Bunları yaptırmak istiyoruz.’
Gelip bakayım Tülin Hanım, dedim. O arada İş Bankasının restorasyonunu yapıyorum. Saat altıda da gelip dükkanda çalışıyordum. Cumartesi pazar da burada çalışıyordum. Gittim, aldım sandalyeleri. Ama ‘Tülin Hanım ben bankada çalışıyorum, sizin istediğiniz süre içinde yapamam’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Ama insanlar aradan 3-4 ay geçince başlıyorlar aramaya. Aradı Tülin Hanım. En sonunda benim yanımda bir kalfa vardı, sonra dükkan açmıştı. Onu çağırayım sabahları gelsin, yapsın. Ona verdim işi ben. Yaptı, bitirdi fakat çok hoşuma gitmedi. Sahipleri geldi baktı, bak şuralarda pütürlükler var. Onları görüp işaret ettiler. Onları ince zımpara ile yap, üzerinden cila geç dedim. Tamam, dedi. 3 gün daha çalıştı. Ama temeli iyi yapmadığınızda sonu iyi gelmez. Düzeldi ama tam değil. Olmadı yani. Aldım, sandalyeleri götürdüm. Cumartesiydi, Tülin Hanım yoktu, hizmetçiye verdim sandalyeleri, döndüm. Akşam yemek yiyorum, telefonum çaldı; Tülin Hanım. ‘Aleko, bu sandalyeleri sen yapmadın’ dedi. Dedim, ‘Doğru Tülin Hanım ben yapmadım ama ben adam çalıştırmak zorundayım. Nasıl işleri yetiştireceğim?’ ‘Ama’ dedi, ‘Ben sen yapacaksın diye getiriyorum’, ‘Başkası yapacaksa ben de götürürüm. Belki senden çok ucuza yapacak’ dedi. Düşündüm, doğru söylüyor. ‘Haklısınız. Yarın gelip alayım’ dedim. Pazar günü gittim sandalyeleri aldım. Tekrar temizledim. Tekrar cila yaptım. Beğendi. Fakat bir daha gelmedi. O kadar iyi bir müşteriyi kaybettik.
Fatih Polat / Evrensel
‘Sen niye çakmıyorsun da ona çaktırıyorsun?’
Aleko’nun, efsane bir usta olmasının, müşterilerin fetiş düzeyindeki yaklaşımlarıyla ayağına dolandığı da olmuş. Onlardan birini anlatıyor: “Bir turizm firmasının içini yaptım. Rabıtayı çakarken, ben tutuyorum, çırağa çaktırıyorum. Serre Hanım vardı. Babasınındı firma. ‘Sen niye çakmıyorsun da ona çaktırıyorsun?’ dedi. ‘Serra Hanım, çivi çakmanın ustalığı ne olur’ dedim. Ama müşteri istemiyor işte.”
‘İyi ustalar sık ızgara döşerlerdi’
Dayanıklılık açısından daha çok hangi ağaçlar makbuldür?
Ağaçların hepsi makbuldür. Ağaç ayırt edilmez. Kavak demeyeyim ama bütün ağaçlar değerli. Bizim burada da yetişen ağaçlar değerli. Masifin değersiz olduğu bir yer yok. Masif her zaman masiftir. Ama risktir yapmak çalışma açısından. Bizde senelerce fırınlama sistemi yoktu. Yeni yeni fırınlama sistemleri çıktı. Zaten iklim olarak en müsait iklim Ankara. Siteler, Ortadoğu’daki en büyük mobilya sanayi. İmalat sanayi. İstanbul’da yapılan mobilyayı Ankara’ya getirdiğinizde bozuluyor. Ankara’da yapılan mobilyayı nereye götürürseniz götürün bozulmaz. Kuru iklim çünkü. O yüzden Ankara’da mobilyacılık büyük bir avantaj.
1950’lerden önce, sunta olmadığı dönemlerde ızgara sistemiyle yapılırdı işler. Yani yemek odası, yatak odası, gardroplar. İyi ustalar sık ızgara döşerlerdi. Sık ızgarada yapılan mobilyalar bozulmaya uğramadı, hâlâ hayatta. Ama bir de harcıalem yapılan mallar var. Orada çalayım, burada çalayım. Izgaraların aralarında 5 cm mesafe. O zaman da ızgaralar hava aldığı için kontraplak içine çöküyor ve bozuluyor. İyi ustaların yaptığı sık ızgara.
Ülkesindeki eşyalarını yaptırmak için getiren büyükelçi
Aleko Usta’dan anılarını dinlemeye devam ediyoruz: “Seneler önce bir Hollanda büyükelçisi geldi. Burada evine bir iş yaptık beğendi ve sonra Hollanda’daki evinden eşyalar getirdi. Burada yaptık geri götürdü. Bunun nakliyesini filan düşünün. Kamyon geldi ve burada eşyaların yapımının bitmesini bekledi. Mesela Yunan Sefaretinin içinde Ortodoks kilisesini ben yaptım. Bizim burada yoktu kilise. Bayağı bir manastır yaptık. Yunanistan’da ressamlara ikonalar yaptırdı. Hatta Patrik geldi, buraya kilise, manastır statüsü verdi. Ama büyükelçinin hanımı adını yazdı, benim adımı yazmadılar oraya.” (Gülüyor)
Ağaçların özgünlüklerine dair de anlatabileceğiniz detaylar var mı?
Mesela çok enteresan ceviz ağacı fotoğraf çeker resmen. Duydunuz mu hiç? Senenin belirli dönemlerinde. Nasıl çekiyor? Önünde olan bir cisim ağacın damarlarında çıkıyor. Mesela bazen ceviz ağacının damarlarından bir hayvan figürü görürsünüz. Eskiden selvi ağacından sandık yaparlardı. Çünkü kokar bu ağaç, güve girmez. Senelerce onun içinde çeyiz hazırlarlardı.
Yeltsin’in misafirhanesi için teklif geldi
Aleko, gelen işleri anlatırken Rusya’nın devlet başkanlığını yapmış bir isimden de söz ediyor:
“Rusya’dan bir teklif geldi. Yeltsin’in bir misafirhanesi varmış, 1000 metrekare. Oranın restorasyon işini bir firma almış buradan. Yaptırmak istiyorlar. Bana geldiler. Dedim, ‘Mümkün değil. 1000 metrekareye girmem için benim Rus vatandaşı olmam lazım. Kaç sene çalışacağım orada, mümkün değil.’ (Gülüyor) Onun için hiç oralı olmadım.”
Aleko, kendisinin de babası gibi, başka hiçbir işi düşünmediğini söylüyor ve ekliyor: “Bu öyle bir meslek ki, gece yatarken bile kafanızda işle uğraşıyorsunuz.”
Evrensel'i Takip Et