27 Mayıs 2025 21:35

Cumartesi Anneleri’nden 30. yıl paneli: "Cezasızlık ve inkârın gölgesinde kayıpları aramak"

Zorla kaybedilen yakınlarının akıbetini sormaktan 30 yıldır vazgeçmeyen Cumartesi Anneleri, “Cezasızlık ve İnkârın Gölgesinde Kayıpları Aramak” başlıklı bir panel düzenledi.

Cumartesi Anneleri’nden 30. yıl paneli:

Fotoğraf: Evrensel

Eylem Nazlıer
[email protected]


Zorla kaybedilen yakınlarının akıbetini sormaktan 30 yıldır vazgeçmeyen Cumartesi Anneleri, “Cezasızlık ve İnkârın Gölgesinde Kayıpları Aramak” başlıklı bir panel düzenledi.

İstanbul’da yapılan etkinliğin moderatörlüğünü Sebla Arcan üstlenirken, konuşmacılar arasında Dr. Hülya Dinçer, Doç. Dr. Berke Özenç, Prof. Dr. Mithat Sancar ve kayıp yakını İkbal Eren yer aldı. Panelde, zorla kaybetmeler, cezasızlık rejimi, hakikat hakkı ve adalet mücadelesinin toplumsal ve hukuki boyutları tartışıldı.

Dinçer: “Gerçek bir barış, mağdurların tanınmasıyla mümkündür”

Etkinlikte “Zorla Kaybetmeler, Cezasızlıkla Mücadele ve Hakikat Hakkı” başlıklı bir sunum yapan Dr. Hülya Dinçer, “Zorla kaybetme, yalnızca öldürmek değil, kişinin hukuki varlığını inkâr etmektir. Bu nedenle kayıp mücadelesi bir kimlik ve hafıza mücadelesidir” diyerek, Cumartesi Anneleri’nin on yıllardır sürdürdüğü direnişin, hem toplumsal hem de hukuki anlamda bir adalet arayışı olduğunu belirtti.

Dinçer, özellikle 2012-2014 çözüm sürecinde bazı soruşturma dosyalarının yeniden açıldığını ve Meclis’te araştırma komisyonlarının kurulduğunu hatırlattı. Ancak 2015 sonrası çatışmalı sürece dönüşle birlikte bu kazanımların büyük oranda geriye çekildiğini belirtti.

Cumartesi Anneleri’nin 700. haftadan bu yana maruz kaldığı yasakların ve haklarında açılan davaların, Türkiye’deki cezasızlık rejiminin geldiği noktayı gösterdiğini vurgulayan Dinçer, “Bu davalar beraatle sonuçlansa da, adalet talebinin kriminalize edilmesi, toplumsal muhalefete açık bir gözdağıdır” dedi.

“Zaman aşımı, hukuk eliyle örgütlenen bir saldırı”

Dinçer, zaman aşımı uygulamalarının hakikat arayışının önünde ciddi bir engel oluşturduğunu ifade etti. Zorla kaybetmenin devam eden bir suç olduğunu ve uluslararası hukukta zaman aşımı kapsamı dışında tutulduğunu belirten Dinçer, Türkiye’de ise bu suçların sistematik biçimde zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldığını kaydetti.

Dinçer, “Zaman aşımı, adaleti tesis etmek yerine, kayıp yakınları için bir eziyete dönüşüyor. Oysa halkların belleğinde zaman aşımı yoktur” dedi.

“Adalet, sadece faillerin değil devletin de hesap vermesidir”

Adaletin sadece bireysel faillerin cezalandırılmasıyla değil, devletin kurumsal sorumluluğunun ortaya konmasıyla mümkün olabileceğini ifade eden Dinçer, “Ceza yargılaması, mağdurun politik varlığının, haysiyetinin ve kimliğinin tanınmasıdır. Bu olmadan gerçek bir barıştan söz edemeyiz” dedi.

Dinçer, cezasızlık uygulamalarının yalnızca adaletin inkârı değil, aynı zamanda yurttaşlık hakkının ihlali anlamına geldiğini belirtti: “Kimilerine karşı işlenen suçlar cezalandırılmıyor, bu da onların yaşamlarının korunmaya değer görülmediği anlamına geliyor.”

“Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi, her alanda yankı bulmaya devam ediyor”

Dinçer, Cumartesi Anneleri’nin yalnızca sokakta değil, yargı süreçlerinde de adalet mücadelesini sürdürdüğünü ifade etti. “Mahkeme salonları, sokaklar yasaklandığında kayıp yakınlarının sesi oldu. Cumartesi Anneleri yargılanırken adalet talebi kürsüye taşındı” diyen Dinçer, bu mücadelenin yalnızca geçmişe değil, geleceğe de yön verdiğini söyledi.

“Toplanma Özgürlüğü ve Mekân Yasakları: Hukuka Aykırı Yasakları Geçersiz Kılan Cumartesi Anneleri” başlıklı sunumuyla konuşan Doç. Dr. Berke Özenç, toplanma özgürlüğünün yalnızca ifade özgürlüğünün bir uzantısı olmadığını, aynı zamanda siyasi eşitliğin ve doğrudan katılımın bir aracı olduğunu vurguladı. Özenç, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndaki ısrarlı eylemlerini bu bağlamda değerlendirdi.

Toplanma özgürlüğünün, çoğunluk iktidarına değil, siyasi eşitliğe dayanan bir demokrasinin temel unsuru olduğunu belirten Özenç, bu özgürlüğün mekân ve zaman seçim hakkını da içerdiğini söyledi. Göstericilerin mesajlarını ulaştırmak istedikleri kitleye doğrudan ulaşabilmelerinin önemine dikkat çeken Özenç, “Toplanmanın mekânı, açıklanan düşüncenin muhataplarına ulaşabilmesini sağlar. Bu nedenle tüm kamusal alanlar gösterilere açık olmalıdır” dedi.

“Barışçıl gösterilere hoşgörü anayasal yükümlülüktür”

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında yer alan ilkeleri hatırlatan Özenç, barışçıl toplantılara her koşulda hoşgörü gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Özenç, “Devletin müdahalesi ancak çok önemli gerekçelerle ve en hafif araçlarla yapılabilir. Aksi halde bu müdahale, caydırıcı bir etkiye dönüşerek hak kullanımını imkânsızlaştırır” dedi.

“Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmıyor”

Özenç, 25 Ağustos 2018’deki 700. hafta eylemiyle birlikte Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’na çıkmalarının engellenmeye başlandığını hatırlattı. Anayasa Mahkemesi’nin Maside Ocak başvurusunda verdiği ihlal kararına rağmen, sonraki eylemlerde de gözaltıların sürdüğünü ifade etti. “Bugün sembolik biçimde sadece 10 kişiyle, yedi gün yirmi dört saat bariyerlerle kapalı olan Galatasaray Meydanı’nda eylem yapılmasına izin veriliyor” diyen Özenç, bunun fiili bir engelleme hali olduğunu belirtti.

“Cumartesi Anneleri, anayasal hakların somut savunusudur”

Cumartesi Anneleri’nin mücadelelerinin, toplanma özgürlüğünün mekân ve zaman seçim hakkı açısından tarihsel bir öneme sahip olduğunu dile getiren Özenç, “Tüm engellemelere rağmen Galatasaray Meydanı’nda, Cumartesi günlerinde yapılan bu eylemler, anayasal hakların somut savunusudur” dedi.

Özenç, sözlerini şu ifadelerle tamamladı: “Bir yanda Anayasa ve bağlayıcı yargı kararları, diğer yanda darbe döneminden kalma otoriter bir kanun var. Bu bariz çelişki, toplanma özgürlüğünü ısrarla savunanların çabalarıyla aşılmaya çalışılıyor. Cumartesi Anneleri bu mücadelenin sembolüdür.”

Prof. Dr. Mithat Sancar: “Geçmişle yüzleşmeden barış kalıcı olamaz”

Prof. Dr. Mithat Sancar, “Geçmişle Yüzleşme, Hesaplaşma ve Geçiş Dönemi Adaleti” başlıklı sunumunda zorla kaybetmeler, faili meçhul cinayetler ve devlet şiddetinin yarattığı kolektif travma ile yüzleşmenin hem toplumsal hem de siyasal bir zorunluluk olduğuna dikkat çekti. Sancar, kayıplar meselesinin sıradan bir insan hakkı ihlali olmadığını, travmanın bedeni bulunamayan insanlarla ve tutulamayan yaslarla derinleştiğini ifade etti.

“Kara yara hâlâ kapanmadı”

Kayıpların hikâyesini Musa Anter’in “Kara yara” başlığıyla andığını hatırlatan Sancar, bu ihlallerin yalnızca yaşam hakkını ortadan kaldırmakla kalmadığını, aynı zamanda yas tutma hakkını da gasp ettiğini vurguladı: “Yas hakkı, kayıpla başa çıkmanın en önemli araçlarından biridir. Bedeni bulmak, bir mezara kavuşmak, vedalaşmak… Bunlar olmadan yas tutulamaz. Bu da çok ağır bir bedel olarak ödeniyor.”

Sancar, kayıp yakınlarının yalnızca sevdiklerini değil, onları uğurlama ve hatırlama hakkını da yitirdiklerini, bu durumun ise “yası tutulmaya değmeyen yaşamlar” ayrımına yol açtığını söyledi.

Geçiş dönemi adaleti: Yüzleşmeden barışa geçiş olmaz

Geçiş dönemi adaleti kavramının, çatışmalı ya da otoriter dönemlerden demokratik barışa geçiş sürecinde yaşanan hak ihlallerinin nasıl ele alınacağını ifade ettiğini belirten Sancar, Türkiye’nin hem çatışmalı dönem hem de otoriter rejim deneyimlerine sahip olduğunu vurguladı.

“Türkiye’de barış ve demokrasi hedefleri mutlaka birlikte düşünülmeli. Çünkü sadece bir çatışmadan çıkmıyoruz, aynı zamanda otoriter pratiklerle de hesaplaşmak zorundayız.”

Çatışma nedenlerinin ortadan kaldırılması kadar, bu süreçte yaşanan ağır ihlallerin ve toplumda açtığı yaraların da hesaba katılması gerektiğini belirten Sancar, barışın ancak hakikat ve adaletle birlikte kalıcı hale gelebileceğini ifade etti.

“Unutmak değil, yüzleşmek gerekir”

Sancar, bazı ülkelerin hafıza yerine unutmayı seçtiğini, örneğin İspanya’da Franco rejimi sonrası ilan edilen af yasalarının kısa vadede barış sağlamış gibi görünse de, uzun vadede sorunları çözemediğini ifade etti: “2007’de ve 2012’de çıkarılan Hafıza Yasaları, bu yüzleşmeden kaçamayacağımızı gösterdi. Yüzleşmezsek, birlikte barış içinde yaşamak mümkün olmaz.”

Sancar, hakikatin yalnızca olayların bilinmesi değil, bu olayların hangi yapısal mekanizmalarla mümkün kılındığının da anlaşılması olduğunu vurguladı.

“Gerçekliği biliyoruz ama hakikat başka bir şey. İnsanlar nasıl kaybedilebildi, toplumsal suskunluk nasıl sağlandı? Bunları ortaya koymadan bu yapıyı dönüştüremeyiz.”

Geçmişle hesaplaşmanın tek yolunun yargılamalar olmadığını belirten Sancar, tanıklıkların kabul edilmesi, mağdurlardan özür dilenmesi, hafıza mekânlarının kurulması gibi yöntemlerin de önemli olduğunu ifade etti: “Adalet tek başına yargı değildir. Mağdurların tanınması, toplumsal itibara kavuşmaları, yaşananların resmen kabul edilmesi de adaletin parçalarıdır.”

“Yüzleşme olmadan barış kalıcı olmaz”

Sancar konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Barışın kalıcı hale gelmesi için yüzleşme, hakikat ve adalet birbirinden kopamaz. Bazen ilk aşamada birlikte yürümeyebilirler ama art arda yürümek zorundadırlar. Yüzleşme olmadan adalet, adalet olmadan da barış kalıcı olamaz.”

“30 yılı geride bıraktık”

“Bir Meydan Bin Hikâye: Cumartesi Annelerinin Tanıklığı” başlıklı sunumuyla, kayıp yakını İkbal Eren’in konuşmasıyla devam etti.

Eren konuşmasına, “Cumartesi Anneleri’nin 30. yılındayız. Ya da kayıplar mücadelesinde 30 yılı geride bıraktık. Ama bu sadece görünen 30 yıl. Türkiye’de kaybetme politikası çok daha eskilere dayanıyor” sözleriyle başladı. 12 Eylül askeri darbesi sonrası gözaltında kaybedilen abisinin ardından ailesinin yaşam rotasının tamamen değiştiğini belirten Eren, kayıplar mücadelesine giriş hikâyesini anlattı.

“Gözaltında kaybetme benim için sevdiğim bir insanın devlet görevlileri tarafından alınıp bir daha geri gönderilmemesidir” diyen Eren, gözaltında kayıpların yalnızca yaşam hakkının değil, yargılanma ve gömülme hakkının da ihlali olduğunu vurguladı. Bu süreçte geride kalanların ise tarifsiz bir ceza ile baş başa bırakıldığını belirtti.

“Devletin gözaltında kaybetme politikası Cumartesi anneleri tarafından engellendi”

Eren, Türkiye’de uzun yıllar boyunca gözaltında kayıpların konuşulmadığını, kaybedilenlerin yakınlarının ise ya sustuğunu ya da susturulduğunu ifade ederek, “Ama bir gün devletin bu politikası Cumartesi Anneleri tarafından engellendi” dedi. 1995 yılında Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un cansız bedenlerinin bulunmasının ardından Galatasaray Meydanı’nda başlayan oturma eyleminin, kayıpların ortak hikâyesini görünür kıldığını anlattı.

“699 hafta oturduk, 700. haftada şiddetle karşılaştık”

Eren, Galatasaray Meydanı’ndaki eylemlerin uzun yıllar boyunca barışçıl bir biçimde sürdüğünü ancak 700. haftada polisin sert müdahalesiyle karşılaştıklarını hatırlatarak, “Devlet kendi işlediği suçlarla yüzleşmek istemedi. Konuşulmasını istemedi. Cumartesi Anneleri, bu karanlık yüzü kamuoyuna taşıdı,” ifadelerini kullandı.

İktidarların değişmesine rağmen devletin kayıplar politikasındaki sürekliliğe dikkat çeken Eren, Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin devletin unutturma politikasına karşı bir direniş olduğunu vurguladı.

“Biz vazgeçmeyeceğiz”

İkbal Eren, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Biz vazgeçmeyeceğiz. Sevdiklerimizin akıbeti açıklanmadan, failler yargılanmadan, adalet sağlanmada biz vazgeçmeyeceğiz. Kaç yıl geçerse geçsin.”

Evrensel'i Takip Et