Tarih bilinci olmadan sınıf bilinci olmaz
İşçi sınıfı ancak birleşerek sosyal kuvvet haline gelebilir. Hiç şüphesiz bu düzeyde bir birleşme masa başı projelerinden değil, bizatihi sınıf mücadelesinin canlı pratiği içinde inşa edilecektir.

Fotoğraf: DİSK arşivi
Seyfi SELÇUK
İşçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihinde en önemli dönemeç noktalarından biri olan 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin üzerinden 54 yıl geçti. Yarım asır önce gerçekleşen bu şanlı direnişin ortaya çıkardığı birikim ve sonrası kuşaklara bıraktığı devrimci miras bir meşale gibi parıldamaya ve günümüzde işçi sınıfının ve mücadeleci sendikacıların yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
İşçi sınıfı ve sendikal hareket halihazırda sancılı bir sürecin içinde bulunmakta; sendikal örgütlenme, çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücretlerin artırılması (yaşam koşullarının iyileşmesi) için mücadele etmektedir. Lokal düzeyde kalan ve bir türlü birleşerek sınıfın sınıfa (işçi sınıfının sermaye ve burjuvaziye) karşı bir mücadelesi düzeyine evrilemeyen bu mücadelelerin çoğu tahmin edilebileceği gibi yenilgiyle bitmektedir.
Bilindiği gibi temelleri 12 Eylül darbesiyle atılan neoliberal dönüşüm (düzen) ucuz emek rejimi üzerine inşa edilmiştir. Bu yeni emek rejiminin sorunsuz işleyebilmesi için çalışma yasaları işçilerin aleyhine defalarca değiştirilerek sendikal örgütlenme süreçlerinden TİS süreçlerine müdahale edilmiştir. Grevler uyduruk “milli güvenlik” nedeniyle sürekli yasaklanmış, grev hakkı fiilen gasbedilmiştir. Sendikal örgütlenme ve sendika seçme özgürlüğü fiili müdahalelerle engellenirken, Urfa Özak Tekstil’de olduğu gibi devlet bütün güçleri ve “haşmetiyle” işçilerin üzerine çullanmaktan geri durmamıştır. Bu süreçte sendikal bürokrasi de sermaye ve burjuvazinin geçmiş sınıf deneyleri temelinde yeniden tahkim edilmiştir.
İşçi sınıfının ücretleri baskılayan ve reel alım gücünü sürekli eriten bu işleyişe ’89 bahar eylemleri başta olmak üzere sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak kimi dönemlerde çomak soktuğu ya da AKP iktidarlarının ilk dönemlerinde olduğu gibi dünya kapitalizminin içinde bulunduğu konjonktüre bağlı olarak reel ücretlerde kısmi artışlar (dönemsel) olsa da genel olarak bu “ucuz emek sömürüsü çarkı” dönmeye devam etmiştir/etmektedir.
Günümüzde uluslararası ve iş birlikçi yerli tekelci sermayenin çıkarları temelinde Erdoğan ve Cumhur İttifakı tarafından uygulamaya sokulan “Şimşek programı” ile vida daha da sıkılmıştır. Bir yandan çalışanların ve emeklilerin ücret ve maaşları baskılanırken, diğer yandan barınma, gıda, giyecek, ulaşım gibi zorunlu harcamaların fiyatı fahiş düzeylerde artmaya devam etmektedir. Amiyane tabirle “Taşların bağlanıp köpeklerin salındığı bir ortam” oluşturulmuştur. İşsizlik ve hayat pahalılığı alıp başını gitmiştir.
İşçi sınıfı, kamu emekçileri, emekliler, emeği ile geçinenler şimdi bu gidişat karşısında haklı olarak “Şimşek programı”nın hilafına temmuz ayında asgari ücretin yeniden belirlenmesini, ücret ve maaşların zorunlu yaşam giderlerini (yoksulluk sınırı) karşılayacak düzeye çıkartılmasını istemektedir. Gelgelelim sadece istemektedir, ne yazık ki! Ötesinde bir edilgenlik hali söz konusudur. Sendikal bürokrasi asgari ücrette olası bir artışın işçilerin iradesini hiçe sayarak altına imza attıkları “TİS metinleri”ni boşa düşüreceği endişesiyle birkaç cılız lafın dışında “temmuz zammı”na dair çıtını çıkarmamakta, kılını kıpırdatmamaktadır.
Bir burjuva partisi olarak CHP ise işçi ve emekçilerin öfkesinin eyleme dökülerek sisteme yönelmesinden ve bu bağlamda bir sermaye programı olarak “Şimşek programı”nın delinmesinden duyduğu endişeyle “normalleşme süreci” kapsamında tek adam yönetiminin başı Erdoğan’la görüşme turlarını devam ettirerek beklenti yaratmaya ve yığınların öfke ve tepkisini pasifize etmeye çalışmaktadır.
Bunların hiçbirinin çözüm olmadığı ortadadır. Haklı olmak, istemek yetmez. Çünkü işçi sınıfının karşısında sermaye bir sosyal kuvvettir ve devlet olarak örgütlenmiş olmanın da avantajıyla işçi sınıfına şartlarını dayatmaktadır. Bu şart içinde bulunduğumuz anda ucuz emek rejimi ve onun somut bir yansıması olan “Şimşek programı”dır. İşçi sınıfı, ancak bir sosyal kuvvet haline gelebildiği oranda sermaye ve onun iktidarına anlayabileceği dilde karşılık verebilir. Ve yine işçi sınıfı ancak birleşerek birleşik bir hareket haline gelerek bir sosyal kuvvet haline gelebilir. Hiç şüphesiz bu düzeyde bir birleşme masa başı projelerinden değil, bizatihi sınıf mücadelesinin canlı pratiği içinde inşa edilecektir. Tek tek (lokal düzeyde) mücadeleler birleşerek bir sınıf hareketi haline gelecektir. Yeter ki işçi sınıfının mücadeleci unsurları ve mücadeleci sendikacıları bu anlayışla hareket etsinler; sınıfın genç dinamik kuşakları Türkiye ve dünya işçi sınıfının mücadele tarihinin bilgisini edinsinler, deneyimlerinden öğrenmeyi bilsinler. Unutmamak gerekir ki, tarih bilinci olmayanın sınıf bilinci de oluşmaz.
15-16 Haziran direnişi en başta bu yönüyle, sosyal bir kuvvet haline gelmiş işçi sınıfının neleri başarabileceğini göstermesi yönüyle Türkiye işçi sınıfının tarih hazinesindeki en değerli parçalarından biridir.
Evrensel'i Takip Et