9 Ekim 2022 07:05

Emekçinin Kitaplığı | Sadece kendi şarkılarını söyle, düşsünler

Dışarıda siren sesleri yükselirken, salon bombalanma tehlikesi altındayken konser dinlemeye giden Leningradlılar müziği faşizme karşı direnişin repertuvarına aldılar.

Emekçinin Kitaplığı | Sadece kendi şarkılarını söyle, düşsünler

Fotoğraf: Wikimedia Commons

Nuray SANCAR

Savaş henüz o kente uzaktı.Yöneticilerin olabildiğince geciktirmek için her türlü yöntemi denedikleri felaket, Sovyetler Birliği’nin gözde kenti Leningrad’ın sınırlarına ulaşmadan önce, senfoni orkestrasının sanatçıları olağan hayatlarını sürdürüyorlardı. Sanatçıların eserlerini eleştirmenlere beğendirmeye çabaladıkları o zamanlarda, Druskin’in kılıçtan keskin kaleminden daha fazla rahatsızlık ve beklenti yaratan bir şey yok gibiydi. Genç sosyalist devletin öncelikli olarak desteklediği klasik müzik, bale ve opera sanatçılarının kendi küçük trajedilerinin de sahnesi olan mağrur Leningrad o yılın sonbaharında Nazi orduları tarafından kuşatıldı. Eylül 1941’di.

Leningrad’ın kuşatılması yaklaşık 900 gün, Ocak 1944’e kadar sürdü. Sarah Quigley’in Orkestra Şefi-Leningrad Senfonisi adını taşıyan romanı büyük ölçüde gerçeklere dayanır. Kitap zamanın politik ilişkileri hakkındaki kişisel görüşleri nedeniyle yer yer gölgelense de Quigley sıkı bir araştırma yapmış ve güçlü bir eser çıkarmıştır.  

Müzisyen Şostakoviç’in odağında olduğu senfoni müzisyenlerin kendi aralarındaki, yakınları, meslektaşları ve komşularıyla kurdukları ilişkilerinden ortaya çıkan dokuma, kuşatma altındaki kentin küçük bir kesitidir. Sergei Loznitza’nın yakın zamana kadar Mubi platformunda yayımlanan Blokada adlı sessiz belgeseli bir kentin kuşatılarak kıstırılmasının nasıl kesif bir keder yarattığını gösterir. Bütün tedarik yolları kapanmış olan şehirde bir lokma ekmeğe, bir yudum temiz suya muhtaç, soğuktan donmakta olan gövdeler büyük ölçüde tökezlemeyen bir gururla beslenir. Quikley’in kitabında ise kentlilerin Nazi kuşatması altındaki direnişinin ebesidir bu gurur.

Şostakoviç, sadece Sovyetler’in değil dünyanın en ünlü kompozitörü, Leningrad sakinleri devlet tarafından başka yerlere taşınırken kentten ayrılmayı kabul etmez. Sovyetler’in bu nadide kıymetine yapılan ısrarlı teklifler hep geri çevrilir. Oysa besteci, kent bombalandığında çocuklarını ve eşini sığınağa uğurladıktan sonra bomba seslerini duymamak için kulaklarına pamuk tıkayarak, ünlü 7. Senfonisini (Leningrad Senfonisi) bestelemeyi tercih etmiştir. Keder-gurur-mücadele-zafer ve coşku… parmaklarının arasından akıp giderken Şostakoviç halkın gözyaşından ve direncinden bir şaheser yaratır.  

Bu arada diğer Leningradlılarla birlikte siper kazar, nöbet tutar, kentini savunmak için ne gerekirse yapar. Sonuçta son çıkış yolu da Naziler tarafından tutulduğunda ailesiyle birlikte kentten ayrılır. Senfoninin son bölümü başka bir kentte tamamlanır.

Senfoninin yazılması kadar önemli olan o koşullarda eserin sahnelenmesidir.  Leningrad sanatçıları bu senfoniyi olağanüstü bir çabayla seslendirdiler. Bir orkestra kurmak için sanatçılar ve sanatçı olmayanlardan bir ekip oluşturulur. Bir deri bir kemik kalmış bu grubun yönetmenliğini radyonun orkestra şefi yönetir. Vaktiyle Leningrad Senfoni Orkestrasının nitelikli şeflerinin nezdinde pek de parlak bir kariyeri olmayan biridir Karl İlyiç Eliasberg.

Bu öyle zorlu bir maratondur ki mecalsiz orkestra üyelerinin arasında açlıktan ölen de olur. Ama asla vazgeçmezler. Nihayet Leningrad Senfonisi, bütün kent halkının davetli olduğu bir etkinlikle, karartma altında sahnelenir. Salona bağlanan hoparlörlerin yönü Nazi istihkamlarına çevrilmiştir.

Dışarıda siren sesleri yükselirken, salon bombalanma tehlikesi altındayken konser dinlemeye giden Leningradlılar müziği faşizme karşı direnişin repertuvarına aldılar. Bu moral üstünlüğün çok önemli olduğu savaş zamanında kuşatılanların ağır silahlı düşmana karşı açtığı psikolojik savaştı. Bu konserin radyo kaydı ne yazık ki günümüze ulaşamadı. Senfoni 1950’li yıllarda bir kez daha sahnelendiğinde yönetmeni yine Eliasberg oldu. Sergei Loznitza’nın belgeselinde, şehir halkı bombardımanlardan zarar görmemesi için heykelleri başka yerlere taşırken görülür; onları zafere kadar saklamak gerekir çünkü. BBC’nin hazırladığı başka bir belgeselde ise o konserde bulunan ve hâlâ yaşayan tanıklar hissettiklerini anlatırlar.

Bugün konserlerin, festivallerin ardı ardına yasaklanmasında rolü olanların baskı altında tuttukları kitlelerin mücadele repertuvarlarında müziğin zengin bir hazine olduğundan muhakkak haberleri var. Yoksa bile seziyorlar. Neşenin, coşkunun, dansın, şarkıların… kahkahanın bile ansızın bir meydan okuma hali yaratabileceği sezgisi boş bir sezgi değil elbette.

Ama faşizm halka kendi şarkılarını söyletmemekle ya da dinletmemekle yetinmez. Kendi şarkılarını da dayatır. Bu hafta içinde iki sanatçının, birinin ölümüyle sonuçlanan darbı, tam da bizde de sıradan faşizmin günlük hayatı nasıl kuşattığının kanıtıdır. Bu sanatçılar, kendilerinden istenen şarkıları söylemeyi reddettiler ve saldırıya uğradılar. Leningrad halkı da bunu yapmıştı.

Şostakoviç’in 1949’da NewYork Barış Konferansındaki konuşmasından bir bölümle bitirelim:

“Herkes savaşın ne kadar korkunç olduğunu anlasın! Herkes barışın ne kadar güzel olduğunu anlasın! İnsanlığın biricik dilini, bilimin ve sanatın dilini, kültürün dilini konuşan bizler, bunu her yerde hatırlamalıyız. Barış ve demokrasi için, sanatımızın güçlü ve güzel sesini, halkların cesur sesiyle birleştirmeliyiz.”

Orkestra Şefi Kırmızıkedi Yayınlarından İlknur Özdemir çevirisiyle çıktı.

Evrensel'i Takip Et