07 Aralık 2021 23:16
Son Güncellenme Tarihi: 08 Aralık 2021 23:57

Plastik fabrikasında bir gün: Ne güvence ne sigorta üç kuruşa çalışma

İstanbul’da 18 yaşın altındaki çocukların, mültecilerin, kadınların günlükçü olarak sigortasız çalıştırıldığı bir plastik fabrikasına günlükçü olarak girdik.

Fotoğraf: Murat Uysal | Evrensel

Paylaş

Murat UYSAL
İstanbul

Buğudan içindekilerin seçilmediği ancak ön cama asılmış tabelaya bakıldığında işçi servisi olduğu anlaşılabilen otobüslerin aydınlattığı caddenin çatallandığı yerde dikiliyordu Temel. Küçük pantolon ceplerine kollarını kırmadan sıkıştırdığı ellerini hiç çıkarmadan selam verdi. Üst üste giyilmiş hırkaların içinde; önü dökülmüş, ensesi ağarmış saçtan, soğuktan al al kesmiş yanaklardan ve çukura gitmiş gözlerden oluşan yüzü ufacık kalıyordu. Yanaşıp sordu Ali: “Devam mı Temel abi?​” Yüzünde bir tebessümle “Devam ya çalışmayıp da ne yapacağız” dedi Temel.

"18 YAŞIN ALTINDAKİLER, KİMLİĞİN SORULMADIĞI FABRİKALARA"

Caddenin çatallandığı yer bizi günlük işe götürecek olan Özkan ile buluşma noktamız. Kadınlar, yaşlılar, 18 yaşın altındaki çocuklar, otuza yakın insan üçerli beşerli gruplar halinde dizilmiş duvar dibine, yol kenarına. Her grubun başında günlükçü Özkan’ı önceden tanıyan biri var. Bizi Özkan ile tanıştıran ise Ali. Sakalları yeni terlemiş lise öğrencisi, 18’ine daha 4 ay var. Günlüğe gelmek isteyenlerin bir gece önceden Özkan’ın listesine ismini yazdırması gerekiyor. Maksat garanti gelecekler belli olsun. Tabii isim yazdırmadan gelenler de var. Bizim isimleri Ali bir gece önceden yazdırdı. Özkan’ın eşi Gülistan listedeki isimleri bir bir okumaya başladı. Gülistan isimler okundukça yanına gelenlere yaşlarını sordu. 18 yaşın altındakileri, kimliğin sorulmadığı bir fabrika için ayırdı. 18 yaşın altındaki Ali ve Recep, Kırgızistanlı Yahya, Türkmenistanlı Murat ve Sultan, Esenyurt’ta bir ambalaj fabrikasında çalışan Muammer ve son olarak ben Sefaköy’deki bir plastik fabrikasına gidecekler olarak ayrıldık.

"GÜNLÜKÇÜYLE KONUŞMAYIN, BOŞ KALMASINLAR İŞ VERİN"

Özkan’ın minibüsüyle plastik fabrikasının önüne geldiğimizde gün daha doğmamıştı. Önceden de bu fabrikaya günlükçü olarak gelmiş Kırgızistanlı Yahya ve Türkmenistanlı Murat önümüzden yürüdü. Dört katlı, önü aynalı camlı büyük bir fabrika. Üstünde kırmızı büyük puntolarla fabrikanın adının yazılı olduğu kapının önünde yan yana dizilmiş yüz binlerce liralık arabalar. O kapıyı es geçip fabrikanın arkasına doğru yürüdü Yahya ve Murat. Girişine yüklü paletlerin dizildiği arka kapıdan girdik fabrikaya. Büyük, yeşil makinelerin, yüklü paletlerin, kolilerin, çuvalların arasından geçerek montaj bölümüne geldik. Montaj bölümünde fabrikanın aylıkçılarını etrafına toplamış uzun boylu, ince belli, kalın çatık kaşlı bir adam. Yer yer yükselip alçalan sesiyle bir şeyler anlatıyor: “Burası benim fabrikam değil. Siz ne kadar yoruluyorsanız ben de o kadar yoruluyorum. Ben size bazen bağırıyorum kızıyorum da bana kimse bağırmıyor mu sanıyorsunuz. Herkesin bir sorumluluğu var, yerine getirmezse cezasını çeker, bazen ceza söz ile olur bazen de başka türlü. Aramızdaki ufak tartışmaları büyütmeyelim, kimsenin birbirine özel düşmanlığı yok, biri size bağırıyorsa ekmeği için bağırıyor.”

Çatık kaşlarının altındaki gözlerini iyice kısarak günlükçülere baktı, fabrikadaki sürekli işçilere seslendi: “Burada kimsenin günlükçülere uyduğunu görmeyeceğim. Konuşmalarına fırsat vermeyin, onların derdi günü doldurmak sizi lak laka çekmek. Günlükçüler boş kalmasın işi biliyorsunuz iş verin.”

Tuz, şeker, bakliyat, un kabı olacak saydam kavanozların ahşap kapaklarına, plastik contalar takıyoruz. İş kolay fakat Fatma daha hızlı nasıl yapılır, incelikleri nelerdir bir bir anlatıyor... Yedi günlükçünün yedisi de aynı tezgahın başına karşılıklı dizilmiş, tezgahın ortasındaki iki koliden birinin içinde ahşap kapaklar, öbüründe contalar var. Fatma başımızda, az sonra ayrılacak, diğer işlerine gidecek. Uzun ince adam, tezgahlar ile paletler arasındaki daracık yerlerden is gibi değmeden geçiyor. Gözleri, ilk bakıştaki gözleri, günlükçülerin ellerinde, ellerdeki işlerde. Çok geçmiyor, önce Yahya ve Murat’ı ardından Sultan, Recep ve Muammer’i alıp başka işlere veriyor. Tezgahta Ali ile kalıyoruz. Bir iki baktımsa da kaldırmıyor başını Ali. Elinde, kapaklar contalar, birini indirip öbürünü kaldırıyor.

"CUMA UYUMADAN İŞE GİDECEĞİM"

15 dakikalık çay molasına giderken çözülüyor dili Ali’nin “Burası yine iyi abi. Sen Yıldız’ın orayı gör bir de, karanlık bir depo. Burada ışık var, çay var.” Kapıdan çıkarken Salih buluyor bizi: “Verdiler üst kata, üst kat marangozmuş, kesip biçiyorlar toz toprak. Sizin yeriniz rahat, şanslısınız Allah çarpsın.” Çayları alıp boş paletlerin üzerine kuruluyoruz. Ali “Bu hafta ful ağabey. Tütüncüye borç, Hasan’a borç, ona borç, buna borç... Hatta cuma günü iki kez gelmeyi düşünüyorum” diyor.

“Uyumadan mı?​”

“Uyumadan ya. Hallederim ama buradaki gibi çalışmam, biraz azar yer gün geçiririm. Başka türlü olmayacak, kazandığım borca gidecek cebimde harçlık kalır en azında.”

Dersler, okul diye sorunca Recep de giriyor sohbete: “24 tane ders var, 9’dan 10’dan 11’den sorumluluk sınavları. Bu hafta çalıştın mı desen hiç çalışmadım. Zaten okumakla olmayacak, kim okumuş da para kazanmış. Yukarıda yanında çalıştığım adam da üniversite bitirmiş ne farkımız var? O aylıkçı ben günlükçü...”

Ali’nin de Recep’ten aşağı kalır yanı yok, onun da 9’dan 10’dan dersler: “Pandemide de işe geldik çalıştık, nasıl olsa veririz sınavları diye, olmadı veremedik, o yüzden 9-10 duruyor.” İkinci sigarasını yakarken, “Zehra var abi, Allah var kız seviyor. Zenginler bir de, öyle gösterişte gözü yok, gel diyor beraber ders çalışırız, bir kafede otururuz. Cebimde beş kuruş yok...” Daha devam edecek Ali ama “46 geçiyor hadi hadi” diye bölünüyor Ali’nin sözleri, sigarayı tuttuğu parmaklarını değiştiriyor. Baş parmağı ile işaret parmağını kullanarak tuttuğu sigarasını iki, üç, dört nefes, peş peşe, ağızdan alıp burundan veriyor, köz iyice kızıllaşana kadar. Elindeki PET bardağın içindeki çayda söndürüp yetişiyor bize. Recep yukarıya, biz Fatma’nın yanına.

VENEZUELA’YA GİDECEK...

Koli açılacak Fatma ilkini gösteriyor: “Koli tersten açılır, bantları ortadan vurursun, düzgün düzenli olsun gözünü seveyim. Bu koliler Venezuela’ya gidecek, kırk kere bakarlar, bandından bile geri gönderebilirler. Siz gidersiniz, bana teker teker açtırırlar bunları.” Ben koli açarken, açtığım kolilerin içinde Venezuela’ya gidecek baharatlıkları Ali ayarlıyor. Şeffaf, bakır, fuşya; ahşap kapaklı, saydam kapaklı. Siliyor, bakıyor, çiziğini, kırığını ayırıyor. İs gibi ensemizde gezen uzun ince adamın yanında bu kez Kalite Kontrolcü Hasan da var. Ali’nin sildiklerinden, dizdiklerinden gelişi güzel bir tanesini eline alıp kaldırıyor, bakıyor, yerine koyuyor. Koliler bitince ben de Umeyr’in yanına geçiyorum. Baharatlıklar önce kutulara ardından kolilere girecek. Kutulara etiket lazım. Fatma parmak boğumu büyüklüğündeki etiketlerin üç sıra halinde dizildiği kağıdı önce boydan ikiye bölüyor. Ardından üç sıradan birini katlayıp tek sıra etiketi elinde tutuyor. Tek sıra etiketlerin yapışkan kısmını az az açıp tezgaha dayıyor. Altta kalan kısmı çekmesiyle etiketler tezgahta...

"ÜLKER, PEPSİ, AVON DAHA BİRÇOK BÜYÜK FİRMA"

Saat öğleye yaklaşırken ensemizde dolaşan adamın turları seyrekleşmişti. Ali sık sık saati kontrol ediyor, acıktığını belli ediyor Fatma’ya. Siren çaldı, bu defa Fatma demeden bıraktık elimizdekileri: “Bu bizimki değil gençler, bizimki bir buçukta” dedi Fatma. Şimdiye kadar Fatma’ya özel bir şey sormamıştık. İlk taşı o attı: “Okuyor musunuz?​” Ali, “Liseye gidiyorum abla” dedi. Kendi kızlarından bahsetti Fatma: “Benim kızlar da sana yakın, küçüğü 12, büyüğü 16 yaşında.” O sırada girdim söze, fabrikada neredeyse her şeyi biliyordu, ne zamandır çalışıyordu burada? “Çok değil eskiden bu fabrika Bayrampaşa’daydı, sonra bir anda büyüdü. Buraya taşındığından beri çalışıyorum, üç seneyi geçti. Eskiden bu kadar parça üretilmezmiş, şimdi kimlere kimlere üretiyoruz bilseniz aklınız çıkar.” Kimlere? “Kimlere olacak, aklına getir bakalım büyük markaları. Ülker logolu plastikler buradan çıkar, logosuna kadar biz yapıştırırız. Sonra Pepsi, büyük cipsler var ya onların koyulduğu plastik tezgahlar, el kremi Avon’un kutusu buradan çıkıyor. Daha bir sürü marka var da şimdi aklıma gelmez. Siz de işte Venezuela’ya göndereceksiniz bunları.”

Tezgah başında başlayan sohbet yemeğe çıkarken de devam etti. Yemek molası yarım saat, pandemiden beri böyle olduğunu anlattı Fatma. Büyük firmalara mal gönderen Fatma kaç lira alıyordu peki? “Asgari ücret kuzum ne olacak? Mesaiye de kalıyoruz, öyle biraz düzeliyor. Başka yerde alamam mı, alırım aslında ama burası eve yakın. Hem başka yerde genç istiyorlar, bilmiyorlar ne kadar tecrübeli olduğumu. Eve de bu kadar yakınını bulamam. Çocuklar evde tek, bir şey olsa buradan çıkıp gitmesi rahat. Mesaiye kalsam da eve gitmem çok uzun sürmüyor. İstemiyorum da mesaiye kalmayı ama olmuyor işte.”

“Kanunda yasak abla zorla mı bırakıyorlar mesaiye?​”

“Ne kanunu, kanunda yasak olabilir ama şu duvarların arasında patronun kuralları geçerli. Senin dediğin gibi isteyen kalmayabilir diyorlar. Mesaiye kalmasın sabah da gelmesin...”

GECE FABRİKADA HAL BULURSA GÜNDÜZ GÜNLÜĞE

Yemekhane sakin, yarım saatlik molalarla bölmüşler fabrikayı. 400’e yakın işçi parça parça çıkıyor yemeğe. Fatma’nın seri adımlarına ayak uyduruyoruz: “Hızlı davranın çaya da zamanımız kalsın.” Fabrikada kadın işçiler çoğunlukta. Fatma bizim ablamız olduğu gibi oradaki birçok kadının da ablası. 40 yaşın üzerinde çok kimse yok. Sohbete onlar da dahil oluyor arada ama öyle olunca Fatma susuyor. Masadan masaya sesli konuşmaktan çekiniyor. Yemek bitiyor, aşağıya inerken uzakta köşede is gibi yürüyen adam görünüyor. Fatma günlükçülerle görünmemek ister gibi “Siz devam edin gençler” diyor. Paletlerde Muammer ve Recep var. Yahya ve Murat başka bir palette, Sultan başka bir palette. Yahya 20’li yaşlarda Murat 30’un üzerinde gösteriyor. Tek başına bir köşede birileriyle görüntülü konuşan Sultan ise Muammer ile beraber günlükçülerin yaşça en büyük olanları. Çalışırken hepimize göre daha tecrübeli olan Muammer’e memleketini sorarak sohbeti açıyorum. Tokatlı Muammer: “Yabancı değilim tabii, hâlâ Kıraç’ta ıslak mendil fabrikasında çalışıyorum. Orası buradan da büyük. Öyle sürekli gelmem zaten günlüğe, gececi olduğum zamanlar, kendimde hal bulursam gündüzleri günlüğe gelirim. Çocuklara harçlık çıkar, pazar parası çıkar.”

"18’E GİREYİM BIRAKIP OKULU SÜREKLİ ÇALIŞACAĞIM"

Recep ve Ali’nin sessizliği Muammer kalkınca bozuluyor. “Burası cennet” diyor Ali: “Yıldız’ın yerinden sonra cennet burası, Fatma abla da iyi kadın. Senin şansına abi, kimse bu kadar konuşmaz bizimle. Hem burada yemeği aylıkçılarla yedik, orada bize başka yemek veriyorlar, aylıkçılarla yedirmiyorlar.”

Recep de 18 yaşının altında: “Bir 18’e gireyim abi, bırakacağım okulu falan, girip bunlardan birine sürekli çalışacağım, sonra biriktirip parayla dükkan açarım. Arena Park’ın orada bir büfe orada para var.”

“Bu fabrikalardan birine nah girersin” diye Recep’in sözünü bölüyor Ali: “Özkan da uyuyordu zaten. Özkan’ın getirdiği adamı çalıştırırlar mı sanıyorsun? Haberin yok mu bonservis gibi para istiyor. Hem seni rahat bırakmaz hem çalıştığın yerle aranı bozar.”

“Kimdir bu Özkan ne iş yapar nerede yaşar?​”

“Sorsan işi yoktur abi, ortalıkta gezer, adam çarpar, bizim gibi kaç tane işçi getirir götürür. Biz Mehmet Akif’te eski dökük binalarda otururuz, o yolun karşısında Cennet Konutları’nda oturur.”

“Nasıl tanıştınız Özkan’la, ne kadar verecek bize onu da hiç konuşmadık?​”

“Valla burada herkes birinin vasıtasıyla tanışmıştır Özkan’la. Ben sınıf arkadaşım Hasan’ın teklifiyle geldim. Ona da bir arkadaşı söylemiş, öyle öyle yayılıyor. Günlüğe ilk geldiğimde 70 liraydı, sonra 80 oldu, bir hafta önce de 100 lira yaptı. Önce ‘Öğrencilere 100 lira vermeyeceğim’ dedi sonradan zorladık da bizi de dahil etti 100 liraya.”

“Hemen çıkışta alır mıyız parayı”

“Yok öyle hemen vermez, devam edip etmediğine bakar Özkan. Ya diğer hafta başı ya da cuma günü verir.”

SİREN SESİ: GÜNLÜKÇÜLER DIŞARIYA AYLIKÇILAR MESAİYE

Siren sesiyle işimizin başına dönüyoruz. Fatma moladan sonra daha mesafeli, iş verip kayboluyor, sorulara daha kısa cevaplar veriyor. Üstelemiyoruz, ardından is gibi yürüyen adam gelip alıyor bizi. Aynı katta iki koridor ötede bandın başına geçiyoruz. Yeşil uzun bir bant, paletlerdeki ürünleri teker teker banda yerleştiriyoruz. Ürünler ambalajlanıp bandın sonunda Muammer ve Yahya tarafından yeniden palete diziliyor. Bant hiç durmaksızın akıyor, açılıp banda dizilecek diğer paletler de arkada dizili. O sırada Ali, “Abi iki dakika idare etsen lavaboya gidip gelsem koşarak” diyor. Umeyr dönene kadar paletteki ürünler bitiyor. Öbür paletteki ürünleri çıkarana kadar bantta boşluk oluyor. Uzun boylu ince belli adam Ali’yi soruyor. “Ne lavaboymuş, arada ne yapıyorsunuz siz” diye çıkışıyor. Ali geldiğinde kapatıyoruz bant ile aramızdaki mesafeyi. İki koridor ötede işini bitiren Fatma: “Ne yaptınız gençler öğrendiniz bakıyorum da fabrikadaki her işi.” Bizden önce uzun boylu ince belli adam giriyor: “Akşam buradayız Fatma, çalışıyoruz.” Sona yaklaşırken fazla mesaiye kalacağını öğrenen Fatma’nın yüzü düşüyor ancak elden ne gelir! Yine peş peşe sirenler, düdükler, alkışlar. Son siren çaldığında Fatma bizden önce davranıyor: “Bitti çocukların işi, çıkacak onlar.” İşaret edip bandı durduruyor. Günlükçüler dışarı... Yarın yine başka yerde başka bir işe... Fatma ise fazla mesaiye, yarın yine burada, bant başında, tezgah başında, günlükçüden üç kuruş fazlaya.

ÖNCEKİ HABER

Geçinemeyen asgari ücretli dertli: Gece gözüme uyku girmiyor

SONRAKİ HABER

Biden ve Putin görüştü: ABD’den güçlü mali yaptırım uyarısı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...