01 Mayıs 2021 00:58

Prof. Dr. Murat Somer: Otoriter rejimler işler kötüye gittiği için değişmezler

Muhalefet, iktidarın otoriter müdahalelerine karşı toplumsal hareketlerden dayanak alamıyor. Bunu aşabilmek için seçenekleri sokak siyaseti - Meclis siyaseti tercihinden çıkarmak lazım.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN
İstanbul

Siyaset gündeminin 128 milyar doların akıbeti, yolsuzluklar, usulsüzlükler, işsizlik ve yoksulluğun artması, 1 Mayıs gibi gündemlerinin sıcaklığı sürerken, pandemiyle mücadele savıyla 17 günlük kapanma başladı. DİSK-AR’ın işçilerin yüzde 61’nin tam kapanmadan muaf tutulduğu, yüzde 22’sinin de kısmen muaf tutulduğu sektörlerde çalıştığı açıklamasının da desteklediği “bu nasıl bir kapanma” sorusu, kararın açıklandığı günden bu yana sağlık örgütlerinin, bilim insanlarının temel eleştiri konusu.

Peki başta pandemi olmak üzere, ekonomiden dış politikaya, her gün derinleşen sorunları iktidar nasıl oluyor da yönetebilme kapasitesini elinde tutuyor? Bunu hangi dinamiklerle sağlıyor? Dini esasların giderek daha fazla öne çıkmasının arka planında ne var? Meclis içi muhalefetin iktidarın yönetebilme kapasitesini yükseltmedeki payı ne? Sokakta siyasetten neden kaçınılıyor? Otoriter rejimler, “sandık gelecek bu iş bitecek” yaklaşımıyla değiştirilebilinir mi?

Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Somer yanıtladı.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı, perşembe itibariyle hayata geçen 17 günlük kapanma kararıyla başlayalım. Karar, çarkların dönmeye devam edecek olması, kapanacak iş yerlerinde çalışanların destekten mahrum bırakılması ve tabii alkol yasağı üzerinden eleştiriliyor. Sizin görüşünüz ne?

Genel olarak Türkiye’deki yönetim sisteminin hem değişmesi, hem de otoriterleşmesinin sonuçları salgın yönetiminde de gözüküyor. Çünkü karar vermenin daha etkin ve daha hızlı olacağı iddia edilirken, tam tersine yavaşlamış ve denetleme, istişare mekanizmalarından yoksun bir yönetim görüyoruz salgında. Çünkü kimin sorumlu olduğu belli değil, bilim kurulunun, bu konularda uzman bürokrasinin görüşlerinin ne kadar etkili olup olmadığı, bilim insanlarının, muhalefetin görüşlerinin ne kadar etkin olduğu belli değil. Öncelikle bu kapanma kararı geç alındı. Bunu uzun süredir Tabipler Odası başta olmak üzere birçok kesim zaten gerekli olduğunu söylüyorlardı. Neden bu kadar beklendi? Ve neden insanlara herhangi bir ekonomik destek sağlanmadan yapıldı? İktidar bu salgının maliyetini adil bir şekilde topluma bölüştürüyor olsaydı, bütün kesimler üzerine düşeni yapıyor olsaydı o zaman iktidarı eleştirmek daha az meşru olurdu. Afet olarak kabul edilebilecek böyle bir dönemde her şeyden önce iktidarı elinde bulunduranların fedakârlık ve devletin tasarruf yapması gerekir. Ancak bunu yapmadığını görüyoruz, makam araçlarından jetlere, hiçbir fedakarlık yapılmıyor, çifte, üçlü-dörtlü maaş alan bürokratlar var, hiçbir şekilde feragat etmiyorlar bu kadar işsizlik, yoksulluk varken. Bu tabii adaletsizlik duygusu yaratıyor. Onun yanında da iktidarın öncelikleri konusunda işaretler alıyoruz.

Nasıl işaretler?

Çok açık şekilde iktidarın destekçisi olan, kayrılan büyük şirketlere olan ödemeler. Bu ödemeler iptal edilebilir, ertelenebilir. Özel mukavelelerde bile bir felaket, mukavele şartlarını değiştirmek için mücbir sebeptir. Ancak bu gerekçelerin hiçbiri işletilmiyor ve çok pahalı bu ödemelerin sürdürülmesi yanında, bu kayrılan şirketlere kolaylık gösteriliyor. Dolayısıyla halka verilebilecek birtakım destekler, tam tersine onlara veriliyor. Yasağa rağmen lebaleb kongreler ile de, aslında onların da sağlığını harcayarak, dev bir çıkar grubu hâline gelmiş olan parti üyelerine yasa üstü ayrıcalık hissi sağlanıyor. Burada sinsi otoriter dediğimiz, dünyadaki örneklerden çok iyi bildiğimiz bir süreci de gözlemliyoruz.

Açar mısınız?

Uzun zamandır Türkiye’de olan bir şey bu. Bazı özel çıkar grupları, bunlar içerisinde Türkiye’de nüfusun çok küçük bir yüzdesini temsil eden siyasal İslamcı gruplar da var. Laik cumhuriyetle meselesi olan, bir parantez olarak gören özel ideolojik çıkar grupları. Bir de ekonomik özel çıkarlar grupları olan örneğin beşli çete denilen kayırılan şirketler. İktidarın bu grupları, gelecekleri açısından yaşamsal bir destekçi, taban olarak görmeye başladığını gözlemliyoruz. Seçmen desteği düştüğü için artık iktidarın bir çoğunluğun desteğine sahip olma ihtimali azalıyor. Dolayısıyla iktidarda kalmasının yolu olarak, zor kullanma aracı olarak da kullanılabilecek küçük fakat organize grupların desteğine daha çok dayanmaya başlıyor.

Alkol yasağı gibi ne salgınla, ne hukukla ilgili hiçbir gerekçesi olmayan, her biri küçük ama uzun vadeli toplam etkisi büyük sinsi müdahaleler yoluyla bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyor. Zaten geçmişten beri AKP’nin böyle bir stratejisi oldu Türkiye’de. Bir yandan siyasal İslamcı küçük grupların istediği tür bir toplumsal düzene doğru bir adım atılmış, bir ufak eşik daha aşılmış veya aşınmış oluyor.

İkincisi, Türkiye’deki çoğunluk kültürünün yabancı olduğu bir İslam anlayışına uygun adımlar toplumun önemli bir kesiminde yaşam tarzı üzerinden hassasiyet yaratıyor. Geçmişte siyasetin dindarlık-laiklik üzerinden şekillenmesi hep AKP’nin işine yaradı. Bunu kaşımış oluyor. Oysa son yıllarda muhalefet siyaseti daha birleştirici olan, ekonomi, adalet, demokrasi, hukuk, bölüşüm gibi konulara çekmeye çalışıyor. Bu doğru bir strateji çünkü bu hedeflere ulaşıldıkça, laik bir toplum zaten kendiliğinden, toplumsal kırılmalar, travmalar yaratmadan gelişir ve yerleşir.

ÖTELENEN İSLAMCI ÖNCELİKLER ŞİMDİ DAHA ÖNEM KAZANDI

Bu, siyasal İslamcı grupları hoş tutmak mı sadece? Kendi ideolojik zeminiyle de uyumlu değil mi bu tür adımlar?

Evet ama bu iktidarın farklı ideolojik hedefleri ve farklı gruplarla olan ilişkisi içinde her zaman bir öncelik sıralaması oldu. Bu tür siyasal İslamcı gruplarla hayat görüşü yakınlığı, birlikteliği hep oldu zaten. Ama başka siyasal, ekonomik öncelikleri de oldu. Bu öncelikler daha önemli olduğu sürece, siyasal İslamcı birtakım tercihlerini arka plana atabildi. Ancak bir çoğunluğa dağıtabileceği maddi kaynakları tüketince, bununla ilişkili olarak da asgari ölçüde serbest seçimleri kazanma potansiyeli azaldıkça, bu geçmişte biraz ötelenmiş, bastırılmış olan önceliklerin şimdi daha önem kazandığını görüyoruz. Ama bu sadece bir zorunluluk olarak görülmemeli. İktidar içindeki belli gruplarca bir fırsat olarak da görülüyor. Bu salgın ortamı, üstüne ekonomik kriz ve Türkiye’nin bu kadar otoriterleşmiş olması, dünyada yalnızlaşmış olması, toplumun ve muhalefetin, bir takım adımların atılmasını engelleme kapasitesini, gücünü de azaltıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı düşünün, bu yasalara aykırı olması yanında toplumun çoğunluğunun da desteklemediği bir şey. Ama yapabildi. Bunu 10 sene önceki Türkiye’de yapamazdı, insanlar sokağa dökülürdü, yargı tepki verirdi, kurumlar tepki verirdi, medya içinde ve dış dünyada çok daha fazla buna tepki gösterilirdi. Bugün muhalefet azalmadı, hatta büyüdü ve bence daha bilinçlendi, ama birtakım hamleleri engelleme gücü daha az. Yani iktidar bloğu içinde, “bugün yapmayacaksak, ne zaman” diye düşünen dar ve opak grupların varlığı hissediliyor.

SALGIN, OTORİTER İKTİDARA AVANTAJLAR SAĞLIYOR

İktidarın, bir taşla birkaç kuş vurma stratejisinden bahsettiniz. Bu 17 günlük kapanma sürecinde 1 Mayıs, 128 milyar dolar, yolsuzluk, usulsüzlükler gibi gündemleri sönümlendirebilir mi?

Sönümlenmeyecek, çünkü aynı zamanda da Türkiye’de bu sinsi otoriterleşmeye ve sinsi dönüşüme karşı büyük bir tepki ve bilinçlenme var. Demokrasi erozyonunun çıkardığı imkânlardan yararlanarak Türkiye’de günlük hayatta gözlemlenen bir ideolojik dönüşüm, toplum mühendisliği gerçekleştiriliyor. Eğitimde müfredat ve kadrolar değişiyor, kamu görevlileri, tele-ilahiyatçı ve tarikatçılardan niteliksiz ve laikliğe karşı bir ruhban sınıfı devşiriliyor, siyasal otoritenin teşvik ve finanse ettiği dizi ve filmlerle ataerkil ve eşitsiz bir sınıf toplum normalleştiriliyor. Denklemin artı tarafında buna güçlü bir tepki var. Bu siyasal partileri de, sivil toplumu da, yurttaşların günlük hayattaki direnişlerini de kapsıyor. Ama denklemin öbür tarafına baktığımız zaman, tabii bu salgın ortamı otoriter bir iktidara çok avantajlar sağlıyor. Çünkü bir defa biz keyfi ve otoriter yönetime usul usul alışıyoruz. Doğal olarak bir salgın yönetiminde kurallar koyan, komutlar veren bir devlet mekanizmasına ihtiyaç var. Ama bu komutlara uyarken bilimle ve salgınla hiç ilgisi olmayan eşitsiz ve keyfi kuygulamalara da teslim olmamız bekleniyor. AKP kongreleri lebalep yapılırken sanatsal gösteriler, toplantı ve gösteri hakkı yasaklanıyor, insanlar en yakınlarının cenazesine katılamazken tarikat liderler balık istifi yapılıyor.

MUHALEFETİN İŞLERİ DAHA KÖTÜLEŞTİREBİLECEĞİ KORKUSU CANLI TUTULUYOR

Gerek iç, gerek dış politikada sorun alanları derinleşip büyürken, iktidarın artık sorunları yönetemez hale geldiği, iç çelişkilerinin çatışmalarının arttığı yolunda analizler yapılmakta. Ancak madalyonun öbür taraftan da içinde baskı ve zorun da olduğu eldeki tüm imkanları kullanarak belirttiğiniz gibi bir yön tayin ediyor ve yönetmeye devam ediyor. Bunu hangi dinamikler sağlıyor?

Herkesin kaybettiği çöküntü çok azdır, birilerinin kaybı diğerlerinin kazancı olabilir. En yoksul ülkelerde bile birileri daha iyi ve daha ayrıcalıklı bir yaşama sahiptir. İktidarın tabanını iç içe geçmiş çemberler gibi düşünebiliriz. İşler kötüye gittikçe iktidar merkezdeki ve merkeze yakın çemberlerdeki destekçilerine, “devletin, güçlü olanın yanında kalırsan kazananlardan ve ayrıcalıklılardan olabilirsin” mesajını veriyor. Daha dış çemberlere de, “az kaybedenlerden olabilirsin” mesajını veriyor. Bu, iktidarın bu dış çemberlerle 2002’den beri kurduğu ilişkisinde önemli bir değişikliğe işaret ediyor. Türkiye gibi demokrasiyi az çok bilen bir ülkede demokrasinin altı bir çoğunluğun desteğiyle  nasıl oyulabildi? Araştırmalar şunu gösteriyor; Türkiye’de AKP tabanı dahil insanlar bir uygulamanın otoriter yani antidemokratik olduğunu anlayabiliyor. Ama ekonominin büyümesi, dış politikada propaganda yoluyla bir başarı hikayesi anlatılması, devlet hizmetlerine daha kolay erişebilmek gibi kazanımlar karşılığında otoriter ve hukuksuz politikalara göz yumması beklendi. Şimdilerde ise inanılır başarı öyküsü tükendikçe, yani herkesin kaybetmekte olduğu bir ortamda “muhalefet gelirse kaybedersin” mesajı anlamsızlaşıyor. Onun yerine, “muhalefet gelirse daha çok kaybedersin” mesajı işleniyor. Bu korku, yani muhalefetin işleri daha da kötüleştirebileceği korkusu, otoriterleşme yoluyla ele geçirdiği imkanlar yoluyla, medya kaynakları, parti devleti haline gelen devlet bürokrasisi üzerinden canlı tutuyor. Hatta bu inancı muhalefeti destekleyen kesimlerin de zihnine yerleştirebildi. Muhalefete oy veren, iktidarı eleştiren toplumun yarısına baktığımızda, olanlardan iktidardan çok muhalefeti sorumlu tutma eğilimi, “desteklense de aslında muhalefetin çürük elma olduğu inancı” onların içinde de var. Bunda gerçeklik payı var mı, elbette var. Ama bu aynı zamanda iktidar tarafından pompalanan, kullanılan bir kanaat. Muhalefetin yerel yönetimlerdeki başarısı işte bu açıdan çok önemli. Bu kanaati yıkmak konusunda çok büyük bir imkân.

Sinsi otoriterleşmenin tüm bu olumsuz etkilerine rağmen, toplumun yarısı hiçbir zaman sandığa gitmekten, muhalefete destek vermekten vazgeçmedi. Demokratik sivil toplum havlu atmadı. Bu dünyada kolay olabilen bir şey değil. Türkiye’nin demokratik potansiyelini ve gücünü gösteriyor.

DEĞİŞİM İÇİN İKTİDARDAN HOŞNUTSUZLUK GEREKLİ BİR KOŞUL AMA YETERLİ DEĞİL

Son dönemde Meclis içi muhalefet iktidarı yanıt vermeye zorlayan, gündem belirleyen çeşitli hamleler yapmaya başladı. Fakat aynı zamanda zor ve baskıya daha sık başvurarak yönetmeyi sürdüren iktidara yönetme kolaylığı da sağlıyor.  Örneğin erken seçim meselesinde “iktidar çok zayıfladı, sandık gelecek bu iktidar gidecek” şeklinde muhalefeti sandığa indirgeyen yine gayet olağan bir muhalefet etme biçimi olan sokakta siyasetten imtina eden, toplumu bundan geri çeken tutumu veya dokunulmazlıkların kaldırılmasına yönelik pasif itiraz iktidarı zorlamıyor, ne dersiniz?

Muhalefet de toplum da bir öğrenme sürecinde. Sinsi otoriterleşme ve demokratik geri kayma dediğimiz süreçler dünyada da görece yeni ve başa çıkılması zor olgular. Çünkü demokrasiyi kademe kademe ortadan kaldıranlar, seçilmiş ve meşruiyeti seçimlerden gelen iktidarlar. Demokrasiyi geri getirmek de muhalefetin bir demokrasi ittifakı şeklinde birleşmesi ve demokrasiyi geri getirmek vaadiyle seçimleri kazanmasıyla oluyor. Ama burada muhalefet açısından şöyle bir büyük zorluk var. Hem kral çıplak, demokrasi kalmadı demesi lazım hem de demokrasi umudunu canlı tutması ve sandığa git demesi. Bu ikisi birbiriyle çelişen mesajlar. Otoriter bir rejimle sokakta tabiri caizse savaşılır, demokratik bir rejimle sandıkta, söylemde ve mecliste hesaplaşılır. Diktatör dedikçe “bu iktidar seçimle gitmez” inancını da besliyorsunuz. Bunun siyasal alanı daha da daraltmak isteyen iktidar darbelerine mazeret oluşturabilecek toplumsal tepkilere yol açma tehlikesi var. Sandık var, seçimler var dedikçe de “her şey normalmiş gibi siyaset yapıyorlar,” “otoriter sistemi meşrulaştırıyorlar” eleştirilerine maruz kalıyorlar.

Türkiye bu demokratik geri kayma yoluyla demokrasinin çöktüğü erken örneklerden oldu, belki bu durumun aşılmasının da erken örneği olacak. Gezi’den 2017 referandumuna, 2015 ve 2018 seçimlerine, toplumsal ve siyasal muhalefet çok uzun zamandır otoriterleşmeye karşı çıkıyor ama uyguladığı siyasal stratejilerle 2019 yerel seçimlerine kadar hep yenildi, sonuç daha çok otoriterleşme oldu. Şimdi sütten ağzı yandığı için yoğurduğu üfleyerek yiyor ve eski stratejilerden uzak duruyor. Yeni stratejiler de oluşturuyor ama henüz yeni bir oyun kurabilmiş değil. 

Bu nasıl başarılabilir? Öncelikle değişimin iktidarın zayıflaması ya da kötü yönetmesi yoluyla gelebileceği söylemi yanlış bir mesaj veriyor. Çünkü otoriter rejimler işler kötü gittiği için değişmiyorlar. Değişim için, elbette iktidardan hoşnutsuzluk gerekli bir koşul. Ama yeterli değil. Muhalefetin yeni bir hikaye sunarak, daha adil bir sistem ve daha iyi bir gelecek projesi, hikayesi olduğunu göstermesi gerekiyor. Ama aynı zamanda da iktidarın tüm olası müdahalelerine ve manipülasyonlarına rağmen kazanabileceğini, kazandıktan sonra da bu projeyi uygulamaya koyabileceğini.

TÜRKİYE’DEKİ MEVCUT MUHALEFET, KİTLE PARTİLERİ DEĞİLLER

Muhalefetin pozitif hikaye üretme konusundaki değerlendirmeniz nasıl? Zira, “Biz geleceğiz gençlerin sorununu çözeceğiz, işsizin, köylünün sorununu çözeceğiz” vs. deniyor ancak bu yeterli mi?

Biraz önceki sorunuzun ikinci ayağıyla birleştirerek yanıt vereyim. Türkiye’deki mevcut muhalefet partileri kısmen HDP dışında bir toplumsal harekete dayanan kitle partileri değiller. Eski AKP’nin, geçmişte Fazilet Partisi’nin ondan önce Refah Partisi’nin Milli Görüş hareketine dayanması gibi ya da Yeşil partilerin çevreci harekete dayanması gibi. Toplumsal hareketlerle çok yakın, organik ilişkileri olmadığı için, sokak hareketi dediğimiz hareketleri kontrol edememekten, radikalleşmesinden ve bunun iktidar tarafından kullanılmasından korkuyor. Burada da bir ölçüde haklı, çünkü iktidarın toplumsal hareketleri kontrol ve manipüle etme kapasitesi çok gelişti güvenlik güçleri üzerinden. İdeolojik olarak da hemen kullanılıyor. Öte yandan da muhalefet iktidarın otoriter müdahalelerine karşı toplumsal hareketlerden dayanak alamıyor. Bunu aşabilmek için seçenekleri sokak siyaseti-Meclis siyaseti tercihinden çıkarmak ve üçüncü bir alternatif yaratmak lazım.

Üçüncü alternatif ne?

Muhalefet partileriyle toplumsal tepkiler ve sivil toplum arasında farklı, yatay ve pozitif bir ilişki kurulması lazım. Öncelikle, yaratıcı muhalefet biçimleri üretilebilmeli. İktidarın istismar edemeyeceği, kontrol edemeyeceği yaygın ve barışçı muhalefet biçimleri. Muhalefet partileri de “ben acaba toplumsal muhalefeti nasıl ikna edebilirim, onlardan nasıl oy alabilirim ve işin sokak siyasetine dönüşmesini engelleyebilirim” diye düşünmek yerine, “ben toplumsal muhalefetle nasıl ortak hareket edebilirim, ondan nasıl fikir, enerji ve siyaset yapma biçimleri devşirebilirim…”, böyle bir kaynak olarak bakması lazım.

İkincisi, siyasal partiler parçalı oldukları için eleştiriliyor ama toplumsal muhalefetin kendisi de çok parçalı. Farklı talep ve itirazları olan sivil toplumun ortak paydalarda birleşebilerek siyasete ön ayak olması, muhalefet partilerine de tek ve olumlu bir mesaj vermesi lazım. Bu da demokrasi ve hukuk talebinde buluşmak olabilir. Çünkü tüm farklı taleplerin tartışılabilmesinin ön şartı bu.

DEMOKRASİ İTTİFAKININ OLUŞMASI, TOPLUMSAL BİR TALEP HALİNE GELMELİ

Netleştirmek için, sokakta siyaset örneğin kadın hareketinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını protesto etmeleri, örneğin 1 Mayıs’ın yasaklanmasına karşı çıkma, çevresine, doğasına sahip çıkan köylüler ya da örneğin Boğaziçi’nde kayyum rektöre karşı öğrencilerin ve hocaların sürdürdüğü itiraz ne gibi istenmeyen sonuçlar doğurabilir?

Sokak siyaseti ile ilgili galiba partiler ve toplum şunu öğrendi, sokak siyasetini başarılı kılan ne kadar ne kadar kalabalık olduğunun ötesinde bir şey. Birincisi, somut bir hedefe yönelik olması çok etkili oluyor. Mesela Boğaziçi mobilizasyonu neden etkili oldu? Çünkü çok somut ve anlaşılır bir talepleri var. Kadın hareketi de İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin durdurulması gibi somut bir talepleri olduğu için çok daha etkili olabiliyor. Siyasi partiler de bunun başarılı örneklerini gösterdiler, 128 milyar dolar protestosu neden etkili oldu? Çok basit ve somut bir hedefi olduğu için. İkincisi de, yaratıcılık. Yaratıcı yöntemler kullanmak, şiddet dışı, barışçı birtakım araçlar, sloganlar, semboller, iletişim araçları kullanan çok daha başarılı olabiliyor.

Peki aynı yöntemler muhalefetin bir demokrasi ittifakı oluşturması, bunun bir toplumsal talep haline gelmesi için kullanılamaz mı? Toplumsal talepten siyasal partilerin güç alması lazım. Çünkü siyasal partiler bence bunun önemini anlamış durumdalar fakat “biz bunu yaparsak tabanımıza anlatabilir miyiz, ya da oy kaybeder miyiz, iktidar bunu aleyhimize kullanır mı”, bundan emin olamıyorlar. Eğer toplum siyasal partilere net bir mesaj verebilirse, biz bunu istiyoruz, buna destek vereceğiz, böyle bir durumda biz sizin arkanızda olacağız mesajını net bir şekilde verebilirse, bu siyasal muhalefet partilerini güçlendiren bir şey olur. Bu aynı zamanda da partilerin yeni güç zehirlenmelerine uğramaması için de bir denetleme mekanizması olmalı tabii.

Toplumsal muhalefet bu mesajları veriyor aslında. Örneğin Demokrasi İçin Birlik, ülkenin her köşesinden gelen özgürlük, ekmek, adalet barış taleplerini birleştirmek için bir Demokrasi Konferansı düzenleyeceğini açıkladı. Yayınlanan metin, siyasal muhalefet de eleştiriler içeriyor ancak bu çok dikkate alınıyor görünmüyor….

Belirttiğim gibi bu konuda da bir öğrenme sürecinden geçiyoruz. Bu inisiyatiflerin hepsi aslında iyi niyetli bir ihtiyacı, talebi yansıtıyor. Demokrasi Konferansı da bu açıdan çok olumlu, mantıklı bir girişim. Fakat şöyle bir zorlukla karşılaşıyoruz, bu talebin temsilcisi kim? Bu talebin kimliği ne sorusu bir şekilde bu girişimlerin kritik kitleye ulaşmasını, yeterli güce ulaşmasını engelliyor. Çünkü ne kadar aksi yönde çaba gösterilirse gösterilsin, bu tip girişimler hep bir mahalleyle, bir siyasal görüşle, belli bir kesimle bağdaştırılıyor, özdeşleştiriliyor. Muhalefetin de kendi içinde geçmişten gelen birçok bagajı olduğu için, yani farklılıkları olduğu için bir türlü bu girişimler kritik kitleye ulaşamıyor. Öyle bir girişim üretebilmeliyiz ki, hiçbir kişilikle, kişiyle, kimlikle ya da ideolojiyle özdeşleşmesin, o kendi kendine büyüsün ve tamamiyle bir demokrasi talebi olsun. Bunun yolunu bulmamız lazım. Burada da yaratıcı olmak lazım.

Siz de “demokrasi bloğu oluşturmak olmazsa olmaz” diyorsunuz. Bunun altını nasıl dolduruyorsunuz?

Türkiye’de demokratik bir sistemin oluşması için gerekli olan hangi reformlar varsa, bu reformlara destek için ortak bir arada durmak lazım. Bunun bir direnç tarafı var, bir de yapıcı tarafı var. Direnç tarafı şu, demokrasi ve hukuka aykırı olan iktidarın uygulamalarından mağdur kim olursa olsun, buna demokrasi ve hukuk temelinde karşı çıkmak lazım. Kürtlere de yapılsa, Alevilere de yapılsa, Sünnilere de yapılsa, mağdur sağcı parti de solcu parti de olsa, böyle bir etik mutabakat oluşturulması lazım. Örneğin HDP’nin belediyelerine kayyum atandığı zaman buna muhalefet ortak olarak ve seçmen iradesi adına karşı çıkabilir.

Yapıcı yanı da şu. Seçimi kazanmak için hangi seçim stratejileri kullanılacak? Demokrasiyi yeniden inşa etmek için hangi reformlar üzerinde mutabakat var, AKP iktidarları boyunca oluşan adaletsizliklerden hukuk devleti temelinde nasıl hesap sorulacak, bu arada ekonomi ve dış politikada acil sorunlar nasıl idare edilecek? Liderlik ve bölüşüm tartışmaları yaşanmadan iktidar nasıl paylaşılacak ve yönetilecek? Bu konularda asgari  mutabakatın oluşması ve seçmenlerin de bu ittifaka katılan partilere oy vereceğini deklare etmesi lazım. Demokrasiye geçiş için bunu partiler farklılıklarını koruyarak da yapabilir. Tek bir partinin başarması mümkün değil. Bir çok  ayrıntı tabii ki seçim sonrası ve seçim sonuçlarına göre tartışılabilir, ama tüm ayrıntılar seçim sonrasına bırakılamaz. Çünkü hem vakit olmayacak hem de seçimi kazanmak için ortak ilkeler etrafında ortak bir dille halkın önüne çıkabilmeleri lazım. Ben muhalefetin bu konuda çoğu kez düşünülenden daha fazla yol aldığını düşünüyorum.

ÖNCEKİ HABER

DİSK Ankara Kadın Komisyonu 1 Mayıs çağrısı yaptı

SONRAKİ HABER

İzmir'de 410 kurumdan açıklama: Rızabey Apartmanı alanı farkındalık parkı olsun

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa