04 Şubat 2021 23:55

Anayasa tartışmaları | Prof. Dr. Levent Köker: İhtiyacımız olan tekçilik değil birlik

"Yeni anayasa" tartışmalarını konuştuğumuz anayasa hukukçusu Prof. Dr. Levent Köker, "İhtiyacımız olan ‘tekçilik’ değil ‘birlik’tir, birlik ancak farklılıkların bir araya gelmesiyle olur" dedi.

Prof. Dr. Levent Köker | Fotoğraf kişisel arşivinden alınmıştır

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul

Türkiye’de ‘tek adam’ yönetimine dayalı bir rejimin yol açtığı sonuçlar tartışılırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “Yeni bir anayasayı tartışma vakti geldi” açıklaması geldi. Erdoğan’ın muhalefeti dışladığı bir söylemle açıkladığı anayasa “ihtiyacına” ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den de destek geldi.

14 yıl önce AKP’nin de talebi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığında bir anayasa taslağı hazırlayan ekipte yer alan Türkiye’nin önemli anayasa hukukçularından Prof. Dr. Levent Köker ile hem o deneyimi, hem de bugünkü tartışmaları ve Türkiye’nin nasıl bir anayasaya ihtiyacı olduğunu konuştuk.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yeni bir anayasayı tartışma vakti geldi” dedi ve şöyle devam etti: “Esasen Türkiye’de sorunların kaynağının 1960’tan beri hep darbeciler tarafından yapılan anayasalar olduğu açıktır. Ne kadar değiştirirsek değiştirelim anayasanın ruhuna dercedilen darbe ve vesayet izini silmek mümkün olmuyor.” 19 yılını geride bırakan ve şu ana kadarki anayasa pratikleri de bilinen bir iktidar bakımından bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP, 2007 yılının nisan ayı sonlarında ortaya çıkan cumhurbaşkanı seçimi krizini, “yeni demokratik ve sivil bir anayasa” talebini gündeme getirerek aşmak istemişti. O tarihte, Genelkurmayın ünlü 27 Nisan bildirisinin desteğinde, CHP ve yargı bürokrasisinin de dahil olduğu bir müdahale ile TBMM’nin cumhurbaşkanı seçmesi, Anayasa Mahkemesinin ünlü 367 kararıyla engellenmişti. Bu, Türkiye’de adına “vesayet” denilen, benim “cumhuriyet muhafızlığı” demeyi tercih ettiğim askeri-sivil bürokrasinin halk tarafından seçimle belirlenen siyasi iktidar üzerindeki kontrol ve baskı mekanizmalarının en görkemli örneğiydi. Dolayısıyla 2007’de gündeme gelen yeni anayasa sorununun bir dayanağı, anayasal demokratik süreçlere, anayasal olmayan müdahale biçimlerini önlemekti. Bu bağlamda, 2007 Nisan krizinden sonra, anayasa çeşitli biçimlerde değiştirildi. Bu süreçte, anayasal demokratik süreçlere müdahale imkanları anlamında “vesayet”i ortadan kaldırma amacıyla yola çıkan AKP, kendi parlamento çoğunluğuna dayanarak bir dizi anayasa değişikliği gerçekleştirdi. Bu değişikliklerin sonuncusu olan ve olağanüstü halin antidemokratik koşullarında gerçekleştirilen tartışmalı bir referandumla ve çok sınırlı bir oy çoğunluğu ile kabul edilen 2017 değişikliklerinden sonra, yasama, yürütme ve yargı organlarının bir bütün olarak AKP ve onun Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı’nın elinde birleştiği bir devlet yapısı ile karşı karşıyayız. Böyle bir yapı içinde, hâlâ “darbeci ve vesayetçi izlerin silinmesi” amacıyla yeni bir anayasa talebiyle kamuoyu önüne çıkılması ne ölçüde gerçekçidir?

Cevap verebilmek için önce şu hususları göz önüne almamız gerekir.

Bir; bugünkü anayasaya göre, halk tarafından doğrudan seçilen Cumhurbaşkanı tek başına yürütme organıdır.

İki; Cumhurbaşkanı, bütün devlet üst bürokrasisini tek başına çıkaracağı kararnamelerle dilediği gibi düzenleyebilir, istediği birimleri kurabilir, istemediği birimleri lağvedebilir, istediği her tür atamayı tek bir imza ile yapabilir, yaptığı atamaları geri alabilir. Bu yetki kapsamına askeri bürokrasi de dahildir.

Üç; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisini kullanış biçimi, TBMM’nin onayına veya denetimine tabi değildir. Dahası, Cumhurbaşkanı’nın askeri bürokrasi de dahil, devlet bürokrasisinde yapacağı düzenleme ve değişikliklerin TBMM tarafından bir kanunla dahi geriye çevrilemeyeceği, çünkü devlet bürokrasisi ile ilgili düzenleme yetkilerinin sadece ve sadece Cumhurbaşkanı’na ait bir münhasır yetki alanını oluşturduğu yönünde hukuk doktrininde yaygın kabul gören de bir görüş vardır.

Dört; Cumhurbaşkanı’nın bu geniş kapsamlı ve tek taraflı kullanılacak olan yetkilerinin olsa olsa yargı organı tarafından denetlenebileceği düşünülebilir. Belki bu husus, 2007’den bu yana zaman zaman gündeme getirilen “vesayet” konusunu akla getirebilir. Ancak 2017 sonrası düzende yargı organı, Cumhurbaşkanı’nın sahip oluğu atama yetkileri nedeniyle ve tabii Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda TBMM’deki çoğunluk partisinin de genel başkanı olması bakımından, neredeyse bütünüyle Cumhurbaşkanı’nın kontrolünde bir organ haline gelmiş bulunmaktadır.

Beş; nihayet belirtmem gerekir ki 2011-2013 arasında çalışan ve herhangi bir başarı elde edemeden dağılan TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunun çalışmaları henüz devam ederken, 2012 kasım ayında, AKP TBMM Başkanlığına “Türkiye tipi başkanlık” diye adlandırdıkları bir anayasa önerisini sunmuşlardı. Bu sunum sırasında yapılan açıklamalarda da Anayasa Uzlaşma Komisyonu dağılsa bile bu sistem değişikliği önerisinin geçerli olacağı vurgulanmıştı. 2017’de gerçekleşen ve 2018 Haziran seçimlerinden beri uygulanan sistem, bu 2012 önerisinin neredeyse birebir aynısıdır ve sanıyorum AKP o tarihte de 2017-18’de de bu sistemin “vesayetçi” dedikleri eski sistemi yok edeceğini düşünmekteydi ve istediklerini de yapmış durumdadırlar.

Dolayısıyla şimdiki yeni anayasa talebinin niteliğini de gerekçesini de anlamak mümkün değildir. Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı’nın bugün yeni anayasa konusunu gündeme getirirken hâlâ “darbe anayasaları”ndan ve “vesayet izlerinin silinmesi” ihtiyacından yakınması hiç inandırıcı değildir. Bir diğer deyişle, somut olarak, şu anda Cumhurbaşkanı’nı rahatsız eden ne gibi vesayet izlerinin mevcut olduğu hususu açıkça ortaya konulmadığı sürece, bu sözlerin herhangi bir ciddi karşılığı bulunmamaktadır.

Ancak, son zamanlarda yaygınlaşan Anayasa Mahkemesinin (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) verdiği hak ihlali kararlarının uygulanmamasıyla ilgili olaylar göz önüne alındığında, “yeni anayasa” gündeminin ne anlama geldiği belki biraz açıklık kazanabilmektedir.

AİHM’nin Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş’ın salıverilmelerini emreden açık ve bağlayıcı kararlarının uygulanmaması bir yana, AYM’nin Berberoğlu kararının karşılaştığı muamele, siyasi iktidarın, ilk derece mahkemelerinin bu açık hukuka aykırı davranışlarına destek verdiğini göstermektedir. Bunun en son kanıtı, AYM’nin Berberoğlu ile ilgili vermiş olduğu hak ihlali kararının gereğinin yerine getirilmesini sağlamak üzere, gerekçeli kararı TBMM’ye ve HSK’ye gönderme yolunu seçmesidir.

Buna ek olarak, “yeni anayasa”nın bugünkü başkancı rejim temelinde inşa edileceğinin söylenmesi de hesaba katıldığında, “yeni anayasada silinmek istenen darbe ve vesayet izleri”nden kastedilenin, darbecilerin de vesayetçilerin dahi yeterince tahrip etmeye güçlerinin yetmediği temel hak ve özgürlükler rejiminin ve sınırlı bazı hukuk devleti kalıntılarının da tümüyle ortadan kaldırılması anlamına gelip gelmediğini sormak gerekiyor. Eğer bir ara dile getirildiği gibi, Anayasa Mahkemesini ve belki Danıştayı da anlamlı bir yargı ve denetim yetkisine sahip kurumlar olmaktan çıkarmayı da içeren böyle bir tasavvur varsa, “yeni anayasa” denilen şeyin “yeni” olacağı doğrudur da bunun adının “anayasa” olmayacağı da çok açıktır.

Siz ve Prof. Dr. Ergun Özbudun ile Prof. Dr. Serap Yazıcı’nın da yer aldığı bir grup akademisyen, AKP’nin talebiyle 2007’de 137 maddeden oluşan bir anayasa taslağı hazırlamıştınız. Söz konusu anayasa taslağı ile bugün yapılmak istenen yeni anayasaya dair söylenenleri karşılaştıracak olursanız neler ifade edersiniz?

Değerli Hocam Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığında, benim de yer aldığım altı kişilik bir ekibin çalışması sonucunda, 2007 Eylül’ünde AKP yetkililerine sunulmuş olan anayasa taslağı, kamuoyunda bazen “Özbudun taslağı” bazen de “sivil anayasa taslağı” diye anılmaktadır. Bu taslağın en önemli ilk özelliği, “parlamenter sistemi” esas almasıdır. Ergun Özbudun’un da pek çok kez kamuoyuna açıkladığı gibi, böyle bir taslak çalışmasını kuracağı bir ekiple yapması kendisinden istendiğinde, çok net olarak, parlamenter sistemden sapma niteliğindeki herhangi bir çalışma yapmayacağını beyan etmiş ve kendisinden de böyle bir talepte bulunulmamıştır. Bu husus kanımca çok önemlidir, zira 2007’de “parlamenter sistem” dışında bir başka sistem tasavvur etmediğini hem Prof. Dr. Özbudun’a ve hem de dolayısıyla biz çalışma arkadaşlarına bildirmiş olan bir siyasi parti, aradan 5 yıl gibi kısa bir süre geçmişken, 2012 kasım ayında, “Türkiye tipi başkanlık sistemi” dediği bir anayasa değişikliği önerisini TBMM Başkanlığına verebilmiştir. İktidar partisinin Türkiye ile ilgili anayasal tasavvurunun bu kadar kısa süre içinde bu kadar radikal bir sistem değişikliği yönüne savrulmasını anlamak zordur. 2007 Eylül’ünde sunulan “Özbudun taslağı”nı hiçbir zaman AKP’nin anayasa taslağı olarak açıklamadıklarını düşündüğümüzde, belki de işin başından itibaren parlamenter sistem dışı bir anayasa tasavvuruna sahip oldukları ama bunu açıkça dile getiremedikleri daha gerçekçi bir değerlendirme olabilir.

“Özbudun taslağı”nın “parlamenter sistem”e bağlı kalmasının yanı sıra vurgulanması gereken bir diğer özelliği, parlamenter sistemi büyük ölçüde 1961 Anayasası’nın ilk, yani 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonraki değişikliklerden önceki biçimine çok yakın özellikler içinde tasarlamış olmasıdır. Taslağın bu açıdan kayda değer ilk özelliği, Cumhurbaşkanlığının “partisiz” ve “yetkisiz” bir makam (törensel bir temsil makamı) olarak düzenlenmesidir. Özbudun taslağı, bu bakımdan 1982 Anayasası’nın getirdiği “yetkili ama sorumsuz” ve bir bakıma “devlet organları arasında uyumu gözetme” adı altında “vesayetçi” denebilecek özellikler taşıyan Cumhurbaşkanı’ndan çok farklıdır ve saf parlamenter sisteme yakın bir düzenleme önermektedir. Taslağın, şimdiki (“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye yanlış bir isim verilen) “başkancı rejim” ile en küçük bir alakasının bile olmadığını söylemek ise herhalde gereksizdir.

“Özbudun taslağı”nın çağdaş anayasa düzenleri açısından vazgeçilmez önemde olan temel hak ve özgürlükler alanında, özellikle de sosyal ve ekonomik haklar ile ilgili -örneğin grev hakkı, sendikalaşma gibi- konularda 1961 Anayasası’nın ilerici özelliklerini içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Buna ek olarak, “Özbudun taslağı”nın göze çarpan bir diğer önemli ve bence ilerici yönü, yerel yönetimler üzerindeki merkezi idarenin vesayet denetimini sınırlandırması ve yerel özerkliği genişletmesidir.

Bunların dışında, taslakta altı kişilik çalışma ekibinin tek bir düzenleme üzerinde oy birliği sağlayamadığı din ve inanç hürriyeti, “eğitim hakkı ve ödevi”, “vatandaşlık” tanımı, Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığa mı yoksa Milli Savunma Bakanlığına mı bağlanacağı hususu, Milli Güvenlik Kurulu gibi bazı tartışmalı konularda alternatifli düzenlemelere yer verilmiş ve tercih AKP’ye bırakılmıştır. Ama AKP bu taslak üzerindeki görüşünü hiçbir zaman açıkça ortaya koymadığı gibi, bu alternatiflerden hangisini tercih ettiğini de hiçbir zaman belirtmemiştir. Belirttiğim gibi, AKP belki de perlamenter sisteme dayalı özgürlükçü demokratik sivil bir anayasa talebinde hiçbir zaman samimi davranmamıştı ve bu da o samimiyetsizliğin bir işareti olarak anlaşılabilir.

Sonuç olarak, “Özbudun taslağı”, hem 1982 Anayasası’nın 2017’den önceki biçimlerine hem de bugünkü “başkancı rejim anayasası”na göre çok ileri demokratik nitelikleri olan bir anayasa taslağı niteliğindedir. O kadar ki bugün, mevcut otoriter tek adam rejiminden çıkış için çareyi “güçlendirilmiş parlamenter sistem”de arayan çevreler, “Özbudun taslağı”nı esas almayı düşünseler yeridir. Tabii bu noktada ironik bir tesbit yapmadan da edemeyeceğim. 2007 Eylül’ünde kamuoyuna açıklanan “Özbudun taslağı,” muhtemelen doğru dürüst okunmadan, sadece AKP’ye sunulmak üzere hazırlanmış olmasına bakarak, çok ağır ve yersiz hücumlara maruz kalmıştı ve ilginçtir o hücuma katılan pek çok çevre bugün, o taslaktaki parlamenter sistemi Türkiye’nin çıkışı için bir çare olarak aramaya çalışmaktadırlar.

“CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİNİ TAHKİM EDECEK BİR ANAYASA İSTENİYOR”

Siyaset alanının giderek daraltıldığı eleştirilerinin yapıldığı Türkiye’de Anayasa hazırlanma süreci nasıl olmalı?

Türkiye bugün, kuruluşundan beri üye olduğu Avrupa Konseyi ülkeleri arasında, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini en fazla ihlal eden ülkedir. Yine Türkiye bugün, dünya üzerindeki bütün saygın, bağımsız araştırma kuruluşlarının ölçümlerine göre, özgürlükten yoksun, hukuk devleti standartlarında dünyanın en geri ülkeleri arasındadır. Bu gerçek karşısında, Türkiye’de yeni bir anayasa hatta bir anayasa değişikliği süreci için gereken demokratik ortamın olmadığı açıktır. Buna karşılık Türkiye, 2017 yılında, bütün demokratik kuralları, ilkeleri, teamülleri, hepsi bir yana, bağlı bulunduğu Avrupa Konseyinin en itibarlı danışma organı olan Venedik Komisyonunun raporlarını bir kenara itip, olağanüstü hal koşullarında, devlet düzeninde çok köklü değişiklikler öngören bir anayasa değişikliğini gerçekleştirebilmiştir. Abartma olduğu söylenemeyecek bir tespit şudur: 2017 Anayasa değişikliklerinden ve özellikle de bu değişikliklerin tam olarak uygulanmaya başlandığı 2018 Temmuz’undan sonra, olağanüstü hal şeklen kaldırılmış ama fiilen devam etmektedir. Bu koşullar altında Türkiye’de yeni bir anayasa hazırlığı, olsa olsa, bu hazırlığı talep eden iktidarın amaçlarına hizmet eden bir süreç olarak gerçekleşebilir. Nitekim, AKP Genel Başkanı da bu amacı özetlemekte, amacın “darbe ve vesayet izlerini silmek”ten ibaret olmadığını, asıl amacın “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ni tahkim edecek bir anayasa yapmak olduğunu belirtmekte, böylece iktidar ortağı MHP liderinin yeni anayasayı ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin “kökleşmesi” için gerekli gören yaklaşımıyla tamamen örtüşmektedir. Bu durumda, muhalefetin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” temelinde tasavvur ettiği anayasa fikri ile iktidarın yeni anayasa yaklaşımı taban tabana zıttır ve bu zıtlaşma, içinde bulunulan ortamın antidemokratik niteliği de göz önüne alındığında, yeni anayasa hazırlığı için hiç de elverişli değildir. Hayli ütopik bir görüş olarak, Türkiye’de gerçekten demokratik bir yeni anayasa hazırlığı için iki aşamalı bir sürecin tasarlanması gerektiğini, birinci aşamada toplumsal uzlaşmazlık noktalarını geri plana iten ve nihai anayasanın hazırlanması için gerekli demokratik ortamı güvence altına alan bir geçici anayasa düzeninin kurulması önerilebilir. İkinci aşama, geçici anayasanın sağlayacağı özgürlük ortamında, Türkiye’nin gerçek demokratik anayasasının hazırlanması aşamasıdır. Burada, Andrew Arato’nun “egemenlik sonrası anayasa yapımı” olarak adlandırdığı bir paradigmanın Türkiye için de ufuk açıcı olduğunu belirtmekle yetineyim.

“İHTİYACIMIZ OLAN TEKLİK DEĞİL, ÇOĞULCU BİRLİKTELİK”

Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesi ihtiyacını karşılayacak bir anayasa nasıl olabilir?

Asıl kritik soru bu. Türkiye’de maalesef Kürt siyasi hareketi ve özellikle de HDP dışında, yeni anayasa sorununu bütünlüklü bir toplumsal-siyasal yeniden inşa olarak düşünme eğiliminde olan herhangi bir siyasi güç görünmüyor. Anayasa sorunu ile ilgili bütün tartışmalar yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceği (başkanlık mı, parlamenter sistem mi gibisinden) ve yargı bağımsızlığının (veya “bağımlılığının”!) nasıl sağlanacağı üzerinde odaklanıyor. Anayasa, bir toplumun kendisini siyasi bir varlık olarak ortaya koyduğu temel normatif belge olarak, öncelikle o toplumun siyasi olarak kendisini nasıl ifade ettiğini gösteriyor. Diğer düzenlemeler, bu ifade üzerinden anlam ve işlerlik kazanıyorlar. Bu bağlamda Türkiye’nin ihtiyacı, “milliyetçi olmayan” bir anayasa. Bugüne kadarki bütün anayasalar, 1924, 1961 ve 1982, hepsi “milliyetçilik” esasına göre belirlenmiş anayasalar ve buradaki milliyetçilik de, farklılıkların siyasi iradesine izin veren, çoğulcu bir milliyetçilik değil, aksine hakim olan anlayış “tekçilik”. Bunu, Anayasa Mahkemesi kararlarında da bugünkü de dahil tüm iktidarların siyasi söylemlerinde de görmek mümkün. Oysa ihtiyacımız olan, “tekçilik” değil, “birlik”tir; birlik ancak farklılıkların bir araya gelmesiyle olur ve farklılıklar birlik oluşturunca, kendi varlıklarını yitirmez ve “tek”leşmezler. Bu açıdan Türkiye’nin anayasalarında var olan devlet-millet ilişkisinin toplumdaki çoğulculuğu içerecek bir siyasi birlik inşa etmek üzere yeniden tanımlanması, bizim en temel anayasal ihtiyacımızdır. Yeni anayasa, ancak böyle bir birlik inşa edebilirse, yeni anayasa adını hak edebilecektir. Bunun demokratik dünyada, bizim de içinde bulunduğumuz Avrupa’da çok örneği var ve benim en yakın bulduğum örnek bu açıdan İspanya. İkide bir parti kapatmak için bahane olsun diye örnek verdiğimiz İspanya’nın, farklılıkları nasıl bir siyasi birlik içinde toplayabildiğini anlamaya çalışsak çok iyi olur. Bu açıdan, benim için Türkiye’nin yeni anayasasında mutlaka Türkiye’deki farklı kültürel kimliklerin siyasi olarak kendilerini ifade edebilmeleri sağlanmalı ve demokratik özerklik kurumları düzenlenmelidir. Aslolan Türkiye’de monolitik-tekçi bir yapıdan vazgeçilmesi ve devletin çoğulcu birliktelik yapısına uygun olarak yeniden düzenlenmesidir.

ÖNCEKİ HABER

ABD Başkanı Biden: ABD'nin Rusya'ya boyun eğdiği günler sona erdi

SONRAKİ HABER

CHP Körfez Belediyesi Meclis Üyesi: Sürekli satarak bir yere gelinmez

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa