18 Şubat 2020 21:36

Deprem değil tedbirsizlik öldürüyor

Yaşanan son Elazığ depremi sonrası ise Erdoğan’ın “takdiri ilahi” açıklaması da iktidar ve sermaye ortaklığının ve tüm bu ihmallerin nasıl üzerine örtülmeye çalışıldığını gösteriyor.

Paylaş

İlayda BİLGEN

ODTÜ

Depremi tanımlayacak olursak en genel haliyle yer kabuğu içerisindeki kırılmalar ve ya yırtılmalar sonucu meydana gelen yer yüzeyi sarsıntılarına deprem diyoruz. Ülkemizde de çokça kez ağır kayıplarla yeniden hatırladığımız deprem aslında bir doğa olayı olsa da böylesi bir felaket ve yıkıma dönüşüyor olmasının en temel sebepleri ise daha fazla kar edebilmek için kullanılan ucuz yapı malzemelerinden, imara açılan yerleşim alanlarının seçimi ve yapılaşmasında rant odaklı bir anlayışla hareket edilerek yapılaşmaya açılmaması gereken alanların açılmasından, imar affı ve kentsel dönüşüm gibi yasaların siyasal ve ekonomik çıkarlar sonucu belirlenmesiyle insan hayatını tehlikeye sokmasından kaynaklanmaktadır. 

TÜRKİYE’NİN DEPREMSELLİĞİ 

Türkiye’de tarihsel olarak gerçekleşen depremleri ve sonuçlarını incelediğimizde bize yeterli ve güvenilir veriler sunmuyor. Fakat eldeki veriler ile beraber değerlendirdiğimizde 1168’den 1784 yılına kadar oluşan 6 yıkıcı depremdeki toplam can kaybının 82.000 civarında olduğu belirtiliyor. Dönemin nüfusunu ve depremde kaybedilen canları düşündüğümüzde yıkımın büyüklüğünü tahmin edebiliyoruz. Türkiye aynı zamanda deprem kuşağında olan ve deprem riski sıralamasında ilk sıralarda olan ülkelerden birisi. Buna rağmen alınan önlem ve tedbirler ise sınıfta kalındığını açıkça gösteriyor. Marmara depreminde yaşanan büyük kayıplar sonrası şimdi orta ölçekli olmasına rağmen bu denli yıkım ve mağduriyetin Elazığ depreminde görülmesi bu döneme kadar “Önlem alıyoruz, Türkiye diğer büyük kentlerle yarışıyor” gibi söylemlerin geçerli olmadığını bir kez daha gösterdi. 

PEKİ BU YIKIMLAR KAÇINILMAZ MI?

Deprem önlenemese de depremden dolayı oluşacak yıkımlar önlenebilir. Bugün Türkiye’de önlem alınması gerekirken bizim can kayıplarıyla karşılaşıyor olmamızın en temel sebeplerinden birisinde yine kapitalizm yatıyor. 1950’lerden itibaren Türkiye’de kırdan kente göçün çok hızlı gerçekleştiği, sanayileşmenin ve ücretli emek sömürüsünün giderek arttığı bu dönemlerde geçimini dahi sağlamakta zorlanan, kente yabancı ve iş bulmak, çalışmak amacıyla gelmiş insanlar kendi evlerini devletin bulunmadığı, altyapının olmadığı alanlarda yapmaya başladılar. Türkiye’de konut ihtiyacı ve bunun devlet tarafından gelir durumu göz önüne alınıp ücretsiz olarak sosyal binalar aracılığı ile karşılanmaması sonucu kaçak yapılaşma kentlerde giderek derinleşiyor ve yerleşilen yerler sosyal altyapı açısından da oldukça zayıf olduğu için doğa olaylarında bir tahribat oluşması riskini daha da arttırıyordu. 

Bu madalyonun bir yüzüyken diğer yüzü ise insan sağlığı ve güvenliğini merkezine almak yerine kar ve rant odaklı gelişen planlama anlayışı sağlıksız yapılaşmayı, ucuz yapı malzemesi kullanımlarını, zayıf temelli yapıları ve tüm bunların sonucunda ise deprem olmasa dahi yıkılan yapıları, çatlayan bina cephelerini beraberinde getirdi. Tüm bu süreçte inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin ana ayaklarından biri haline gelirken toplum sağlığı ve güvenliği sıralamalara sokulmaz durumdaydı. 1980’ler sonrası neoliberal politikaların inşa süreci ile de beraber bu yapı güvenliği, sağlamlığı, binanın uygunluk durumu gibi konuları denetlemek kamu görevi olmasına rağmen denetimler özelleştirildi ve kar etmenin olanakları bu yolla arttırıldı.  

Ekonomide inşaat sektörünün belirleyici olmaya başlaması ile beraber kapitalistlerin karları yalnızca denetimlerin özelleştirilmesi ile değil yasalarca da garanti altına alınmaya başladı. Bütünşehir yasası, Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu ve son zamanlarda çok tartışılır hale gelen imar affı yasası. Aslında yasalarının ortaklaştığı genel hatlar bizlere rantın nasıl süreç içerisinde meşrulaştırıldığını da gösteriyor. Denetim kamu elinden alınıyor özel işletmelere veriliyor, yapılaşma izni olmayan yerlerde inşaat firmalarının kurduğu yapı alanları imara açılıyor, deprem riski bulunduğu gerekçesiyle yapı izni dahi olmayan alanlara fabrikalar kuruluyor. Marmara depreminde de gördüğümüz gibi fay hattı üzerine kurulan fabrikalar sonucu yıkım sadece depremin sonuçlarından değil fabrikaların yıkımı sonucu oluşan yangınlardan, kimyasal gaz tehlikelerinden de oluşuyordu. Yaşanan son Elazığ depremi sonrası ise Erdoğan’ın “takdiri ilahi” açıklaması da iktidar ve sermaye ortaklığının ve tüm bu ihmallerin nasıl üzerine örtülmeye çalışıldığını gösteriyor. Üstelik 1999 depreminden beridir toplanan deprem vergilerinin nereye harcandığı sorulduğunda ise soruşturmalar açılıyor. 

SÜREÇ NASIL İŞLETİLMELİ, AFET NASIL ÖNLENEBİLİR? 

Türkiye’nin deprem kuşağında bir ülke olması itibariyle bu konu daha pek çok kez gündeme gelecek. İstanbul’da yapılan deprem uyarıları da açıkça gösteriyor ki önlemler alınmadığı takdirde çok daha büyük kayıplar ile karşı karşıya kalacağız. Tüm bunların karşısında bizler deprem vergilerinin nereye gittiğinin açıklanmasını talep etmeli, afet önleyici tedbir ve düzenlemelerin belediyeler, meslek odaları ve üniversiteler aracılığı ile belirlenmesini ve denetlenmesini talep etmeliyiz. Halkın bilinçlendirilmesi için kamu kuruluşları aracılığıyla mahalle ve semtlerde eğitimler düzenlenmeli, Afet riski bulunan bölgelerde yer alan yerleşmelerde, mevcut konut ve diğer bina stokunun gözden geçirilerek, yetersiz nitelik gösteren binaların saptanarak onarılması veya yenilenmesi sağlanmalı ve toplanma alanları gösterilmelidir. 

ÖNCEKİ HABER

Öğrenme çabamız öğrendikçe artıyor

SONRAKİ HABER

İktidarın mobilizasyon aracı: savaş

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...