11 Ocak 2020 23:35

Bir Suriyeliyi çok sevdim

Biz botta değiliz, şanslı azınlık. Ne acı, utanç, çaresizlik ve derin bir üzüntü. Otelde yoga yapanlar, denizde boğulanlar. Tüm ikiyüzlülükleri sırtlanarak ayrılıyoruz oradan.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Neslihan GÜNGÖR

“Suriyeli bebekler aşılanmamış. Salgın hastalık riski varmış, bir yazı okudum” diyorum arkadaşıma telefonda. Çok da emin değilim aslında, sosyal medyada Suriyelilerle ilgili o kadar fazla bilgi kirliliği var ki. Ama yine de inanmışım bir şekilde. “Ay gerçekten mi yazık ya” diye ahlanıyor o da.

Sonra sıra kedilere geliyor. Babasının bahçesinde baktığı üç kedi art arda ölmüş. “Fip olabilir” diyorum ben, “kedi aidsi yani.” Bu minvalde konudan konuya atlayarak bir yarım saat kadar konuşuyoruz. 

Ertesi gün işe gittiğimde arkadaşımın kocası “Duydun mu?​” diyor: “Suriyeli mülteciler gelirken yanlarında bir kedi getirmiş. Kedi aşılı değilmiş, salgın hastalık başlamış şimdi İstanbul’da... Kedi aidsi.”

Kullanılan sözcükler birbirine bu kadar benzemese handiyse ben de inanacağım buna. İşte toplumsal önyargılar böyle oluşuyor. Yalanların elden dile yayılmasıyla. Oysaki hepimiz sol görüşlü, hümanist insanlarız falan. İçimizdeki ırkçıyı öldürmek bu kadar mı zor? 

“Nerelisin?​” aksanını duyduklarında en çok sordukları soru bu erkek arkadaşıma. Kobaneli bir Kürt kendisi, müzisyen, İTÜ’de yüksek lisans öğrencisi, araştırmaları, besteleri olan, donanımlı bir sanatçı. Ama Suriyeli bir mülteci işte nihayetinde, ırkçılığın lamı cimi yok. 

Ne diyeceğini şaşırıyor çoğu zaman. Gazete alırken bir teyze “Nerelisin” açılışından sonra “Mahvettiniz bu ülkeyi zaten” diye bir güzel paylamış kendisini.

Ya Facebook’ta dolaşan paylaşımlar. Her an yeniden üretilen düşmanlık. Suriyelilere devlet kredi kartı vermiş. Gönüllerince alışveriş yapıyorlarmış. Elimiz ister istemez cebimize gidiyor bir umutla, belki Birleşmiş Milletler yardımları sıkışıvermiştir araya da bizim haberimiz yoktur. İhtiyaç sahiplerine, kamplara gitmeyen, kim bilir kimin lüksüne lüks katmak için iç edilen o paralar.

Kendimden çıkıyorum zaten ne zamandır. Nereye baksam ayrı bir hikâye, ayrı bir dram. Eşyalı bir eve taşınıyoruz. Elimizdeki eşyaları ne yapacağız. Suriyeli bir aile buluyoruz, akşam geliyorlar. Çok şey var nasıl taşınır, hadi bir kahve içelim düşünelim. Ailenin küçük oğlu babasının kulağına eğilip bir şeyler söylüyor. “Yatağı alalım bari” demiş: “Yerde yatmam hem bu gece.” 

Kaçılmıyor işte yaşananlardan. Beş benzemezle rest çekiyorum ama o biliyor bunu ve çekiliyor oyundan “Yokum” diyor.

Tatildeyiz. Parklarda bir dolu insan, çoluklu çocuklu. Botla gece kaçacaklar adalara. Sığınma çabası, Avrupa. Erkek arkadaşım kolumdan çekiştiriyor. Ya bir tanıdığa rastlarsa ne der. Biz botta değiliz, şanslı azınlık. Ne acı, utanç, çaresizlik ve derin bir üzüntü. Otelde yoga yapanlar, denizde boğulanlar. Tüm ikiyüzlülükleri sırtlanarak ayrılıyoruz oradan.

Yıllardır okuyorum, yüzlerce film, kitap, makale. Ama hâlâ aklım almıyor örneğin Nazizmin yükselişini, insanın insana yaptıklarını. Gönlüm “Ne safdilsin” diyor. İşte burada, kendi ülkende yaşananlar. Yeni bir iç düşman ihtiyacı, kendini tekrar edip duran ışıl ışıl kristal bir gece.

“Ay çok değişik, uzun süreden beri mi berabersiniz?​”

“Evet.”

“Peki nereden buldun Suriyeliyi?​” 

Sürpriz yumurtadan çıktı, ithal ettim kendisini. Tabi önce pasaportuna bakmalıydım sevmeden. Persona non grata. *

Dolapdere’de bir pazar var. Eskilerin satıldığı her tür şeyin bulanabileceği. Bir evlenme cüzdanı buluyorum orada. Ermeni bir çifte ait. Almak istiyorum sonra onların torunlarını Amerika’da bulmak örneğin, ulaştırmak evlenme cüzdanını. Kim bilir ne güzel başlamıştı ilişkileri diye hayal kuruyorum. Satıcı 20 lira isteyince hayallerim suya düşüyor. Onların hikayesi zaman içinde nasıl kayboldu, nasıl düştü bu güzel yüzlü insanların evrakları ucuzluk pazarına? Onların hikayesini kim anlatacak? Ya bizim bürokrasinin ve düşmanlığın duvarına çarpa çarpa kanatları kırılan aşkımızın hikayesini kim anlatacak, sıkışmışlığımızı, yurtsuzluğumuzu?

Gazeteye yazılar hazırlarken bakkalda o gazeteyi alan birine rast gelmiştim. Takım elbiseli, yuvarlak gözlüklü. İşte ben tüm bunları hâlâ o tek kişiye yazıyorum, kimse okumasa, beğenmese, aldırmasa da ona yazıyorum. O bir kişi unutmasın diye, onun ve zamanın anlayışına sığınıyorum.

* Latince, ülke sınırları içerinde bir diplomatın (göndermeye zorlamak üzere) istenmediğini ifade etmek için kullanılır. 

ÖNCEKİ HABER

Irak’ta kritik görüşme: Abdulmehdi ile Barzani görüştü

SONRAKİ HABER

Sağlık müdürü ve doktorun eşini öldüren Enver Yıldız cezaevinde ölü bulundu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...