10 Eylül 2019 18:30

Dünyada ve Türkiye'de çevre hareketi

Kaz Dağları Dosyası | Edremit Çevre Platformu üyesi Kubilay S. Öztürk, dünyada ve Türkiye'de çevre hareketinin durumunu yazdı.

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Kubilay S. ÖZTÜRK
Edremit Çevre Platformu

Günümüzde, tüm dünyadaki çevre hareketlerinin temel gündemi, küresel ısınma ve iklim değişikliği olguları üzerine odaklanıyor. İnsanlar, değişik ülkelerde yaşasalar da, bu ortak tehlike karşısında birleşerek tepki gösterme yoluna gidiyorlar. Zira sorun gezegenin ortak sorunu. Tehlikenin farkında olanlar, gereken ortak önlemler alınmazsa, küresel ısınmanın ortak evimiz olan gezegenimizde yaşayan pek çok tür açısından tam bir felaket olacağını da anlıyorlar. Bu türlerin içinde, hatta ilk sıralarda insan türü de bulunuyor. İklim değişikliğinin yaratacağı çok büyük doğa olayları, insan türünün bunlara uyum sağlama yeteneğinden daha hızlı geliştiği için, değişen dünyada yeni dengelerin oluşma sürecinde insanların varlığının devam etmesi durumunu da tehlikeye sokuyor. Bu kritik eşiğin farkında olan bilim insanları gibi çevre hareketleri de, özellikle gelişmiş ülkelerde uyarı görevlerini yerine getiriyorlar. Ancak, ne kar hırsıyla davranan uluslararası tekelleri, ne de bunların yalanlarına kolayca inanma eğilimindeki yaşlı kuşakları etkileyemiyorlar ne yazık ki. Tekeller kazanç hırslarını her şeyden üstün tutuyorlar. Yaşlı kuşaklar ise, bu önemli küresel değişimin kendi yaşam süreleri içinde o kadar da etkili olamayacağı inancındalar hala. İklim değişikliği konusunda en fazla duyarlı olanlar ise, genelde çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmakta olan yeni kuşaklar oluyor. Çünkü onlar, bir geleceklerinin olamayabileceği ihtimali karşısında ciddi bir travma geçiriyor ve bu gidişin önüne geçmek gerektiğini kavrıyorlar.

TEK BAŞINA KURTULMAK MÜMKÜN DEĞİL

“Gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkelerde ise durum çok daha farklı. Henüz küresel iklim değişikliğinin temel sorun olarak algılanması durumunu bu ülkelerde göremiyoruz. Çünkü bu kapsamdaki ülkeler, günlük yaşamlarını devam ettirebilmek, ekonomilerini çevirebilmek, insanlarını doyurabilmek noktasında bugünün sorunlarıyla boğuşmakla meşguller, yarına bakamıyorlar bile. Dünyadaki gelir adaletsizliği piramidinin alt kısımlarındaki ülkeler de, iklim değişikliği olgusunu doğrudan yaşıyorlar elbette. Fakat, yaşamla boğuşmaktan, yaşamı değiştirme noktasına geçemiyorlar. Aksine popülist sağ politikacıların yalanlarına daha fazla inanma eğilimi gösteriyorlar. Seçimlerde onlara kanıyorlar. O politikacılar da, hem kendi ülkeleri ve hem de dünya için, durumu daha çekilmez hale getirmeye devam etmekle meşgul oluyorlar. En tipik örnek olan Brezilya’da seçimle gelen sağ popülist başkan, dünyanın akciğerleri olan Amazon ormanlarını hızla katletmeye girişiyor. Buraları tarla haline getirip soya yetiştireceğini, bunu da sığır yetiştiricilerine satarak ekonomisini düzelteceğini söylüyor. Halbuki dünyanın daha fazla ağaca ve daha az et tüketimine ihtiyacı olduğu herkesçe biliniyor. Tek başına kurtulmanın mümkün olmadığı bir gezegende yaşıyoruz. Şüphesiz tek örnek değil Brezilya, daha onlarcası var tüm dünyada. Hızlı kalkınma veya hiç olmazsa varolan yaşam düzeyini sürdürme noktasında, pek çok azgelişmiş ülke doğayı sömürerek kendisine bir çıkış aramaya çalışıyor. Çünkü hem kaynaklarını ve hem de pazarlarını uluslararası tekellerin paylaştığı bir gezegende, yeni savaşlara yol açmadan sömürülecek tek kaynak olarak doğa görülüyor. Ülkeler enerji ihtiyaçları için ithalat yerine yerli üretimi tercih ediyor ama bunun sağlanması için şirketlerin doğaya saldırmasına da izin veriyorlar. Büyük sermaye ve yatırım gerektiren metalürjik madenlerin çalıştırılması işini de uluslararası tekellere havale edip, onların doğayı yüzyıllar boyunca kirletecek yöntemler kullanmasına bile göz yumuyorlar. Türkiye’miz de bu tür ülkelerin başında geliyor. Halkımız HES, RES, JES gibi enerjiye dair kavramlarla ve kömürlü termik santrallerin koşarcasına artışıyla, sadece son 15 yılda tanıştı. Şimdi bunların yanına, başta altın olmak üzere pek çok metalürjik maden işletmeleri ve bunların doğaya verdiği zararlar eklendi. Bu tür yatırımların sadece kazanç ve istihdam olarak kamuoyuna yansıtılan yüzünün ise sahte olduğu, aksine doğaya ve insana pek çok zararlar verdiği gerçeği ise çok fazla yıllar geçmeden ortaya serildi bile. Evet yatırımlar var, ülkenin iktidarı da bunları destekliyor ama karşılanamaz boyutta zararları da var. Artık epeydir, seçilmiş veya atanmış yöneticilerin de, halkın da Aydın’da JES’lerin; Karadeniz’de HES’lerin; Soma’da, Elbistan’da, Yatağan’da, Çan’da termik santrallerin; Uşak’ta altın madencilerinin neye mal olduklarını gözleriyle görme imkanları var en azından.

ÇARESİZLİK VE TÜKENMİŞLİK VAR

Fakat ne yazık ki görmek yeterli olmuyor. Özellikle bu yıl, neredeyse çılgın gibi arttırılan yeni maden yatırımlarından ve bunların verdiği, vereceği zararlardan söz edilmeye başlandığını fiilen yaşıyoruz. Adeta bir patlama oldu bu alanda. Gündemi bu kadar meşgul eden doğa talanı gerçeğinin ise iki farklı yönü var. İlki, yönetenlere dairdir. İktidar bloku artık satacak bir şeyler kalmadığı için, ekonomiyi çevirebilmek adına dağları, ormanları ve yerin altını satmaya başladı. Satıyor ama en ilkel, doğaya en zararlı yöntemlerin kullanılmasına da göz yumarak satıyor. Burada bir çaresizlik ve tükenmişlik var. Günü kurtarmak adına, hepimizin ve çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini de satıyorlar. İkincisi ise yönetilenlere, yani halka dairdir şüphesiz. İnsanlarımız, mart seçimlerinin de verdiği özgüvenle, artık korkup susmanın değil, aksine itiraz etmenin ve mücadele etmenin gereğini anladılar. Altın madencisinin ağaç katliamına da, JES patronunun incir kıyımına da, orman yangınına da kitlesel tepki veriyorlar. Özetle, yönetemeyen iktidar bloku ile halk, artık doğa gündeminde de karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar. Gündem bu nedenle sürekli çevre sorunlarıyla meşgul. Yıllardır bıkmadan çevre mücadelesi verenler açısından, bugünleri görmek şüphesiz çok değerli. Geriye bakıp “keşke” demek yerine, geleceğe bakmamız gereken günler bunlar. Doğayı ve çevreyi artık bu asalaklardan kurtarmak gerekiyor. Bu, hem kendi ülkemize ve hem de dünyaya yapacağımız en büyük iyilik olacak. Bir başka açıdan da buna zorunluyuz. Çünkü, yakın tehlike olan doğa katliamına karşı her dağda, her ormanda, her beldede, bitmez tükenmez mücadeleler vererek yitirdiğimiz zaman ve emeği çok daha önemli alanlara, özellikle de küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle mücadeleye yönlendirmeliyiz artık. Türkiye’nin bu doğa katliamı, talanı gündeminden çıkıp, doğru alanda bir çevre mücadelesini ana hedef olarak önüne koyması gerekiyor. Rasyonel yaşamıyoruz, kentsel yapılanmamız sanki çevre sorunları yaratmaya ve deprem gerçeğiyle alay etmeye yönelik bir akıl dışılık üzerine kurulu. Kente göç hala çok yoğun. Hızlı nüfus artışının üzerine, bir de çarpık kentleşme ve altyapı yatırımlarının yetersizliği binince, kentsel yaşam alanlarımız bir sorun üretme, bu arada elbette çevre sorunları üretme merkezi haline geliyor. Bu gerçeğin üzerine bir de yukarıda özetlenen türden kırsal alan yatırımları ile doğamız yok edilirse, Anadolu denilen bu cennet, hızla cehenneme dönüşecek. Hem çevre hareketinin ve hem de bütün yurttaşlarımızın kırması gereken zincir budur.. Bizler böyle yaşamak zorunda değiliz. Su kıtlığı yaşayan bir ülke olmadan, çölleşen bir coğrafya haline gelmeden önce yapacağımız çok şey var. Şimdiki çözümsüzlük sarmalından kurtulup, geleceğe hazırlanmamız gerekiyor.


BAŞARACAĞIMIZA İNANCIMIZ TAM

Özlem AYTEKİN- Edremit Kent Konseyi Başkanı

Doğayı talan edecek, etkileri uzun vadeli ekosistemin dengesini bozacak, insanlığa ve her türlü canlıya tehdit olacak tüm bu rant kaynaklı her şeyin ulusal yasalarla kısıtlama getirilmesi, uygulama alanı bulamaması için işin başından engellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü başlangıcı bulan her yapı sonunu görmeden bu işi bırakmıyor. Kirazlı eyleminin gezi eylemine dönüşmesi, bu onurlu direnişin ülkenin talan, yağma, yolsuzlukla mücadele tarihinde bir mihenk taşlarından biri olması gerektiği ve sembol olması gerekliliği var. Mücadelenin başarıya ulaşacağına inancımız tamdır. Etkinlikler devam ettiği sürece üzerimize düşecek olan her türlü fedakarlığı yapmaya hazırız.


Fikret ÇIRAKOĞLU

Orhanlar’da doğup büyümüş herkes ve de şehirlerde büyümüş ikinci üçüncü kuşaklar köyüne tutkuyla bağlıdır. Gurbette yaşayanlar her fırsatta köylerine gelip huzur bulmaktadır. Köyümüzün içinden geçen KOCADERE boyunca bulunan devasa çınar ağaçları altında dinlenmek doyumsuzdur.

Orhanlar’lılar bu güzelliğin herkese nasip olmayan bir güzellik olduğunun bilincindedir. Kıymetini bilir şehirlerde yer yurt edinmiş olanlar en azından emekli olduktan sonra köylerine dönüp huzur içinde yaşamayı iple çekerler.

Çok eski bir tarihi olan güzel köyümüz Orhanlar, bu günlerde altın madeni problemiyle gündemdedir.

Yabancı altın madeni arayıcısı şirketler, eski çağlarda işgalci Moğol atlılarının Anadolu’ya saldırdığı gibi, aynı gözüdönmüşlük ve hoyratlıkla ülkemizin en güzel yerlerine, ormanlarına, deresine saldırıya geçmiştir.

Söz konusu olan doğduğun, büyüdüğün, koyun güttüğün topraklar olunca duygusal davranmamak imkansız. Endişe, geleceğe ilişkin kaygı, köyde yaşayan, yaşamayan herkesin keyfinin kaçması hafif kalır…

Bu haber yüreğimizi yakan bir ateş topu, saplanmış bir kara bıçaktır.

Artık kimsenin inkar edemediği bir gerçek vardır ki altın madeni çalışması ile birlikte ortaya çıkan zehrin doğaya, suya, insana zarar vermemesinin hiçbir garantisi yoktur. Telafisi mümkün olmayan bir yıkımdır. Tüm dünya halklarının lanetli baş belası bu şirketler ve sinsi yerli ortaklarının doğa dostu, çevreci oldukları, ödül aldıkları yalandır. Paranın gücüyle yapılan reklamlardır. Kıbleleri altına dayalı zenginlik ve paradır. Girdikleri ülkede çok hızlı davranıp 5-10 sene içinde vurgunu yapıp kaçıp gitmektedirler. Elimizde kalan üçün biri bile değil yüzlerce yıl sürebilecek bir tehlikedir.

Ülkemizin birçok bölgesinde yaşanan deneylerle görüldüğü gibi bu yağma ve talanı önlemek mümkündür. Karanlık hesaplar, suçluluk psikolojisi ile yapılan vur kaç oyunları halkın itirazı ve direnme hakkını kullanmasıyla bozulacaktır. Acı olan bizlerin toprağımızı, suyumuzu, ağacımızı, yaşam alanı olan köyümüzü savunmak zorunda kalışımızdır.

Kaz Dağı eteklerinden çıkan KOCADERE Orhanlar köyünden geçerek AVRUPA KONSEYİ tarafından A SINIFI DİPLOMA’ya layık görülen MANYAS KUŞ CENNETİ’ne dökülmektedir. KOCADERE’nin zehir akması kabul edilemez. Bu yüzden yakın çevremizdeki tüm belediye başkanları başta olmak üzere ( BALYA, GÖNEN, MANYAS, BANDIRMA, EDREMİT v.s.) gelen tehlikeyi gören herkes siyanürlü altın madeni faaliyetine şiddetle karşıdır. Şu anda rezerv belirleme çalışmaları yapılmakta olup 135 adet sondaj kuyusunun henüz çoğu açılmamıştır. Şu anda ki durum gelecek hakkında yeterli fikir vermektedir.

Evlerimizin yamacında olduğu altın madenine konu KARAŞÇALI dağının eteklerinde yaz aylarında suları asla kesilmeyen çeşmeler vardır. Tarihi ALAPINAR çeşmesi bunların başında gelir ve köyün yerleşim alanı olarak seçilmesine vesiledir. Su kalitesi ERİKLİ ile eşdeğer olduğu hıfzıssıhha raporuyla saptanmış HATİPOĞLU çeşmesinin 50-100 metre üstüne sondaj kuyuları vurulmuştur. Ana yol üzerindedir ve çevre köylerin de içme suyu olarak kullandığı, bildiği çeşmedir.

Maden ruhsat alanı içinde yapılan baraj çalışmaları esnasında tamamen yok edilen GRANÇUKUR ve YAKUPAĞA çeşmelerini de burada anmak gerekiyor. Yetkililerin duyarsızlığına bir örnektir.

Orhanlar köyünde bir tarih saklıdır. Balıkesir Üniversitesi’nce yapılan araştırmalarda Osmanlı Devleti’nin kurucularından olan ORHANGAZİ’nin Karesi beyliği’nin Osmanlı’ya ilhakının ardından görevlendirdiği ORHAN BEY tarafından atlı asker toplama merkezi olarak köyün kurulduğu saptanmıştır. (Bu araştırmalar ve sonuçları başka bir yazımızın konusu olacaktır.)

Sadece şu anekdotları belirtmekte fayda vardır:

  • Önceleri Mahalle Mektebi olarak var olan ve 7-15 yaş arasının eğitim gördüğü eğitim kurumu, 1910’da 3 devreli ve 6 sınıflı olarak MEKTEB-İ İBTİDA-İ olarak açılmıştır. Bu mektepten mezun olanların tamamı 1. Dünya Savaşı’na katılmış çoğu seferberlik sırasında şehit düşmüş, bazıları İngiliz ve Ruslara esir düşmüştür. Yine bazıları yaralı ve malül olarak köylerine dönmüşlerdir.
  • Diğer manav köylerinde olduğu gibi seferberlik sürecinde Orhanlar’da hiç genç erkek kalmamış, çok yaşlı ve kadınlar çift çubuk işlerinde yeterince başarılı olamadıklarından büyük bir açlıkla karşı karşıya kalınmıştır.
  • Asker kaçağı olayına hiç raslanmamıştır.
  • Biga’da başlayan meşhur ANZAVUR ayaklanması ile birlikte Orhanlar silahlı eşkıyaların en çok saldırıp yağmaladığı köy olmuştur. Savaştan bir şekilde dönenler eşkıyalara karşı silahlı nöbet tutmaya başlamışlar ve GÖNEN ve MANYAS bölgesinde Kuvay-i Milliyecilere katılmışlardır.
  • Orhanlar Köyü 30 Haziran 1919 – 6 Eylül 1922 arasında Yunan işgali altında kalmıştır. Bu arada okul binası karakol olarak kullanılmış ve öğretime ara vermiştir.
  • Gönen’in Yunan işgalinden bir gece baskını ile kurtaran silahlı milisin başı Manyas’lı Altıparmak Nuri Efe çatışmada yaralanmış, yaralı vaziyette Orhanlar’a sığınmıştır. Bu kahramanı Orhanlılar saklamış ve tedavi etmişlerdir. Her zaman sevgi ve saygı ile anılan efenin kanlı yorganı ise yakın arkadaşı Ömer Ağa’nın evinde özenle korunmuştur. Amacımız bir tarih dersi vermek değil. Genç kuşaklar geçmişlerini bilmeli ve atalarıyla onur duymalıdırlar. Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz…
  • Daha önemlisi Kurtuluş Savaşı’nın il kıvılcımı ve adımı olarak tarihe geçen Balıkesir ALACA MESCİT’te yapılan gizli kongrede Orhanlar Köyünü ve bölgeyi temsilen delege EYÜP EFENDİ katılmıştır. Alınan kararlar Atatürk’ün Nutuk’ta belirttiği gibi Kurtuluş Savaşı’nın rotasına temel teşkil etmiştir.

Ama üzülerek görüyoruz ki ne tarihimize, ne doğamıza saygı gösteriliyor. Eğer ki Orhanlar ve çevre köyler olarak sesimizi yükseltmez isek; bize kendinize başka köy bulun demeleri yakındır. Kaz Dağları’nda ki tahribatı Kirazlı’ya giderek gözlerimle gördüm. Yapılanı düşman yapmaz. On binlerce insan dağlara akın etmiş, zavallı ülkemin ormanını, suyunu, doğasını adeta sömürge valisine karşı korumaya çalışıyor.

Siyanürlü yöntemle yapılan madencilik BALYA’da 100 yıllık tecrübe ile bilinmektedir. 100 yıldır ot bitmeyen maden atık sahası ve hala devam eden hayvan ve balık zehirlenmeleri gözler önündedir. Balya madeni geçmişin acı bir tecrübesidir. Başlangıçta aldatıcı şatafatı ile hareketli maden kasabası, sonrasında ülkenin en fakir, göç veren ilçesi. Elin emperyalisti Balya’dan Akça’ya döşediği dekovil hattı ile zengin cevheri gemilere yükleyip götürmüş. Balya halkına kalan zehirli atıklar ölüm ve yoksulluk olmuştur. Öyle ki Balya’da madenden kimse zengin olmamış, mezarlıkları ise “Maden Hastalığı”ndan ölen insanlarımızla doludur. Balya maden alanı çevresindeki köylerde artan hayvan ve insan ölümlerine tepkileri yatıştırmak için Fransız şirketin “Duman Parası” adı altında para dağıttığı biliniyor.

Bugün de durum farklı değildir. Maden ocağında çalışanların kan değer ölçümleri düzenli olarak yapılmakta, kanında siyanür oranı yüksek çıkan işçiler sessiz sedasız tazminatları verilerek kapı önüne konmaktadır. Çünkü kanser riski yükselmektedir.

Köyümüz Kaz Dağları eko sistemine bağlı bir köydür. Dolayısıyla toprağımızın üstü altından çok daha değerlidir. Bölgemiz hayvancılık ve tarımsal gıda üretim açısından ülkemizin en verimli yerlerinden biridir. Gerçek zenginlik kaynağımız eşi bulunmaz doğamızdır. Gençlerimizin vereceğiniz rüşvet gibi iş imkanına ihtiyacı yoktur.

Biz azıcık aşımız ağrımayan başımız deriz,

Bir lokma bir hırka deriz,

Ama Orhanlılar’ımızı size kurban vermeyiz…

ÖNCEKİ HABER

TİSK “sosyal diyaloğu güçlendirme” adı altında forum düzenliyor

SONRAKİ HABER

Çevre ve kent savunucusu avukatlar: Doğanın ve çevrenin safındayız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa