25 Kasım 2018 00:15

Her medeni ölüm aslında medeniyetin ölümüdür

'Maksat yalnızca birilerini susturmak değil, maksat topluma korku iklimini kabullendirmek.' CHP Tekirdağ milletvekili Candan Yüceer yazdı.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Dr. Candan YÜCEER
CHP Tekirdağ Milletvekili 

Doktor olmam hasebiyle insanların ölümüne ister istemez çok tanık oldum. Tıbbi açıdan biyolojik ölümü anlamak ve tanılamak kolaydır. Bunun için doktor olmaya da gerek yoktur aslında. Hayatın, canlılığın bitişidir kısaca.

Kısaca diyorum ama ne kadar tanık olursanız olun asla tam olarak alışamazsınız. Biraz önce kalbi atan, beyni faaliyetlerini sürdüren, duyguları olan, acılarını ve sevinçlerini hatırlayabilen birisi, bir insan artık bu işlevlerini yerine getirememektedir. Pek tabii ki trajiktir. Ama şunu bilirsiniz doğan her şey ölüme mahkûmdur. Ölüm de yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır.

Hukukçu değilim. Hukuki açıdan da ölümün tıp ve biyolojiden daha farklı anlamları olduğunu biliyorum. Felsefeci de değilim ama felsefi anlamda ölümün biyolojik anlamına göre daha karmaşık algılandığını biliyorum. Olayın bu kısmıyla bırakalım felsefeciler boğuşsun.

Yani demem o ki hukuki ve felsefi boyutunu bir kenara bırakacak olursak biyolojik olarak ölüm anlaşılabilir, kabullenilebilir ve doğal bir süreçtir.

Ama konumuz medeni ölüm, sivil ölüm olunca doktorluğu, filozofluğu, hukukçuluğu bir kenara bırakıp insan olarak şunu söylemek mümkündür: Bu doğal ve anlaşılabilir bir süreç değildir. Özünde insanlık dışıdır. Özünde her medeni ölüm aslında medeniyetin ölümüdür.

Bahsettiğim medeniyet insanların doğuştan gelen haklarının olduğu, bu hakların bireylerin ayrılmaz bir parçası olduğunu varsayan, bunun için belgeler düzenleyen insan hakları medeniyetidir.

Latincesi kavramı açıklıyor aslında; civilitermortuus. Literatürde “medeni ölüm” bir kişinin biyolojik anlamda yaşıyor olsa da “hukuken ölü” kabul edildiği belirli koşulları, kişinin fiilen ölmediği halde medeni hakları bakımından ölü duruma gelmesini ifade ediyor.

Tarihin karanlık sayfalarında o kadar çok örneği var ki. Her ne kadar hukuki bir terim olarak literatüre 1066 yılında İngiltere’de girmiş olsa da medeni ölüm; İlk çağlardan bu yana adına ister devlet deyin, ister kral deyin, padişah deyin, ister kilise gibi dini kurumlar deyin, ister derebeyleri deyin iktidarı kim elinde tutuyorsa onun uyguladığı bir ceza. Yalnızca o dönemlerde insanlar medeni ölüme mahkum edilmiyor, yalnızca engizisyonla, derebeylikleriyle, şehir devletleriyle, ilkçağla, orta çağla sınırlı kalmıyor. 20. yüzyılda Nazi Almanya’sı, Pinochet’in Şili’si, 12 Eylül’ün ve günümüzün Türkiye’si de çağdaş örnekler. Nerede bir faşizm varsa, nerede bir baskı rejimi varsa nihayetinde o rejim medeni ölüler bırakıyor ardında. Aslında bunları medeni ölüm olarak tanımlamak eksik kalıyor. Birer medeni cinayettir bunlar.

Bakın KHK’lerle yaratılan cehenneme. OHAL KHK’leriyle yapılan ihraçlarda Bakanlar Kurulu kendisini mahkeme yerine koydu. İdari/cezai soruşturma yok. Somut delil yok. Tek ölçü: “Terör örgütlerine veya MGK’ce devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara mensubiyet, iltisak ve irtibatı olmak.”

Bu öyle bir formül ki, kimi isteseler ihraç ederler.

Kimi isteseler hapse atarlar.

Sonuçta ellerine aldıkları OHAL sopasıyla, Devlet eliyle insanlar aç, işsiz, yoksul ve yoksun kılındı. İnsanların onurlu yaşama, emekli olma, sağlık ve çalışma hakları ellerinden alındı. Masumiyet karinesini hiçe saymalarını bir kenara bıraktım, suçun ve cezanın kişiselliği ilkesi de çiğnendi, çolukları çocukları işsizliğe mahkûm edildi.

Sormak lazım ne yaptı bu insanlar? Terörle hemhal oldularsa ver cezasını. Kimse itiraz etmez buna. Eline silah aldın de, bunu planladın de, buna şöyle destek verdin de. Adil biçimde yargıla. Mahkum et.

Ama bakıyorsunuz olay böyle gelişmiyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor ama iktidardakilerin içi yanmıyor. 28 Şubat garabetinde zarar görenler dâhil iktidar mensuplarına bakıyorsunuz ya ellerini ovuşturuyorlar ya da derin ve acımasız bir sessizliğin içindeler. Darbe girişimini Allah’ın bir lütfu olarak görenlerden, bunu bir fırsata çevirip tüm muhalif kesimlerin üzerine çullanmakta beis görmeyenlerden başka bir şey beklemek de aslında ham bir hayalden başka bir şey değildir.

Gerçeklik şudur;

Piyango listesi gibi sayfa sayfa yayımlanan KHK’lerin altında imzası olanların bir vakitler darbecilerle aynı menzile yürüdükleri, ne istiyorlarsa verdikleri, devleti teslim ettikleri unutturulmakta, bunun hesabını üç beş gariban ödemektedir. İşte bu kabile devletidir. Keyfiyete dayanan devlet böyle işler.

***

Darbe girişimi sonrası iktidar kendinin sütten çıkmış ak kaşık olduğu, uyarılmasına rağmen ısrarla yaptığı yanlışları yok sayan yeni bir gerçeklik inşa etti. Elindeki tüm medya olanaklarını kullanarak bu yeni gerçekliği topluma da hazmettirdi. Suskun bir toplum yaratma arzusunda önemli bir merhale kaydetti. Medeni ölümün bunda çok işlevsel bir rolü var.

Geçmiş çağları düşünelim; astığı astık kestiği kestik bir iktidar kolaylıkla idam edebileceği birine neden bu cezayı verir?

Amaç da burada gizli. Aslında bu, yalnızca medeni ölüme mahkum edilen insanlar için değil. Bir gösteri, bir gözdağı. Topluma verilen açık bir mesaj, deniliyor ki; “bakın bana karşı gelirseniz, sizi bu hale düşürürüm. Toplumdan dışlarım, ekmeksiz aşsız bırakırım, çoluğunuzu çocuğunuzu işsiz bırakırım. Siz siz olun ses etmeyin. Karşı gelmeyin, aykırı olmayın, doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyin.”

Mesaj nettir; ya taraf olursun ya bertaraf olursun ama taraf olmak da yetmez benden taraf olmazsanız sizi ekmeğinizde, aşınızdan ederim.

Maksat yalnızca birilerini susturmak değil, maksat topluma korku iklimini kabullendirmek. Suskun bir toplum yaratmak.

Aslında bizim hukuk ve siyaset literatürümüzde pek bilinen bir kavram değil. Ama yaygın olmasa da benzer bir kavram var. Özellikle İslamcı literatürde sıkça kullanılıyor. Mahkum-u adem yada adem’e mahkum etmek. Yani yokluğa mahkûm etmek, hiçliğe mahkûm etmek. Yok saymak.

Hatırlayan var mıdır bilmiyorum ama 2008 yılında zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, CHP Lideri Deniz Baykal'a seçim kampanyalarına kadar cevap vermeyeceğini belirterek, "Kampanyaya kadar bu defteri kapattım. Onu ademe (yokluğa, hiçliğe) mahkum ettik. Hiç cevap bile vermeyeceğim" demişti. Yani genel olarak bilinmese de bu kavrama aşina olmakla kalmayıp, uygulamaktan geri durmayan birileri var.

İlginç bir parantez açayım. Mahkum-u adem yada adem’e mahkum etmekle ilgili şöyle bir internet aramasında iki isim çokça karşınıza çıkıyor: İlkini biraz önce zikrettim Recep Tayyip Erdoğan diğeri ise onun bir zamanlarki yakın mesai arkadaşı Fettullah Gülen. Aslında yaratılan tüm bu medeni ölüler, bu iki aktörün iktidar savaşında ezilen çimenlerden başka bir şey değil.

AKP iktidarı son dönemde sağlığa ilişkin torba kanun ile yeni mağduriyetler, yeni ezilen çimenler yaratmaya çalıştı. Duyarlı kamuoyu, insanların onurlu yaşama hakkını her şeyin üzerinde tutan milletvekilleri, sivil toplum örgütleri ortaklaşarak yeni mağduriyetler yaratılmasının bir nebze de olsa önüne geçebildik. Darısı tüm mağduriyetlere.

Ortaklaşırsak, dayanışırsak bu karanlığı hep birlikte aşabiliriz. Tek çıkışımız budur.

ÖNCEKİ HABER

İz peșinde

SONRAKİ HABER

Kadınlar şiddete karşı sokağa çıktı, dayanışma çağrısı yaptı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...