11 Haziran 2017 03:00

Kırmızı başlıklı sülün

Uranyum sondajlarının ortasına yapılan mandıradan sülüne, oradan da kırmızı fularlı kıza uzanan hikayeyi Özer Akdemir yazdı.

Paylaş

Özer AKDEMİR

Dünya Çevre Günü’nden bir gün önce Söke Ovasının ucundaki Kisir köyünde bilimsel bir toplantı yapıldı. Kisir’in yakınlarındaki uranyum sondajlarının çevre ve sağlık etkilerinin tartışıldığı toplantıya ikisi emekli olmuş, birisi halen bulunduğu bölümün başkanlığını yapan üç bilim insanı katıldı. Köylerinin adının “kanser köy”e çıkmasından son derece rahatsız olan köylülerin belki de bu nedenle geride durup uzaktan izlemeyi tercih ettiği toplantıda bilimciler sorunun bilimsel yöntemlerle net olarak ortaya konması ve gereken tedbirlerin bir an önce alınması gerektiğini söylediler.

“Aman zeytinimizi kimse almaz, karpuzumuz satılmaz” kaygısında, yani geçim derdindeki köylülere son 10 yılda 100’e yakın kişinin kanserden öldüğü hatırlatıldı. Toplantının ertesi günü hocalardan birisi sosyal medya hesabında, köylülerin bu tedirginliğine karşı var olan gerçekliğe dikkat çeken şu sözleri yazdı; “bir köylü kanser olursa kaç kilo karpuz satarak tedavi olabilir ve iyileşebilir mi?”

***

Kisir’e minibüsle giden EGEÇEP’liler dönüşte geldikleri yoldan değil de uranyum sondajlarının olduğu bölgeye yapılan mandırayı görmek için Karakaya-Latmos yolundan dönmeyi tercih ettiler. Tam da sondaj kuyularının yanı başına yapılan mandıra tesisleri artık tamamlanmış, açılış için gün saymaya başlamıştı. Hatta mandıranın kenarlarında birkaç sıska inek de otluyordu.

Mandırayı yüksekten gören bir yerde araç durduruldu. Küçük bir tümseğin üzerinden bu akıl almaz aymazlık fotoğraflandı. Bu mandıradan çıkacak süt, et, peynirle, yöredeki uranyum kirliliği artık marketlere kadar taşınacaktı ve kimse, hiçbir yetkili bunu umursamıyordu. 

EGEÇEP’lilerin mandıranın fotoğraflarını çektiği tümseği karayolundan ayıran duvarın dibine upuzun bir yılan derisini bırakmıştı. Tümseğin altında, mandıranın hemen yanı başında terk edilmiş eski bir mezarlık, otlar arasında belli belirsiz unutulmaya yüz tutmuş mezar taşları seçiliyordu.

***

Latmos Şenliklerinin yapıldığı alana doğru giden dar asfalt yol sağlı sollu kuars ve felspat madenleri ile doluydu. Hemen her kilometre de milyon yılda oluşan Latmos kayalıklarını un ufak eden madenler kimi yerde yola kadar inmişti. Öyle ki madenin açık ocağının dev çukuru bazı yerlerde yolun şarampolünü bile kaplamıştı. İlerde yolda çökmeler olması işten bile değildi. 

Karakaya köyü çıkışından sağa dönüp bizi Söke’ye çıkarmasını beklediğimiz yol uzadıkça uzadı. Aracın içinde tam ters yöne gittiğimize dair yaygın bir görüş vardı ki güneye gitmesi gereken yol dakikalardır kuzeye doğru götürüyordu bizi. Yine de aralarında ben dahil birçoğumuz bu bir nevi kaybolmuşluk halinden hiç de şikayetçi değildik. Latmos’un eşsiz jeolojik yapısında, kuşa, kurda, kurbağaya, insana benzeyen 600 milyon yıllık kayaların arasından kıvrıla kıvrıla gitmek her zaman yapabileceğimiz bir iş değildi. Bu güzelim coğrafyayı, bu maki, kızılçam, zakkum ağaçları, çeşit çeşit kır çiçekleri ve kantaronlar arasında ilerleyen yol başka sürprizler de çıkardı önümüze.

İlerideki tepelerin arasından kıvrılıp kaybolan ama yine de ucu görünen yolumuz bizi dev gibi bir maden ocağına doğru götürüyordu sanki. Hatta “yanlış geldik, bu madenin yolu herhalde” diyenlerimiz oldu. Kaptan da yavaşladı ama bir buçuk saati aşkın yol gelmiştik ve artık dönemezdik. 

Tepenin hemen aşağısında görünen birkaç ev yanlış gitmediğimiz umudumuzu güçlendirdi. İlerde bir köy vardı. Nitekim köye girmeden maden yolu ayrıldı. Tabelasında “Polat Madencilik” yazan dev madenin kamyonları, kepçeleri, küçük köyün tepesinde vızır vızır çalışıyordu. Köyün bütün sokakları, evlerin pencere pervazları, kapı önleri, bahçelerde kalmış tek tük kayısı, elma, kiraz ağaçları, bostandaki salatalıklar, uydu antenleri, kiremitler hepsi, hepsi toz içindeydi! Köyün evleri, çölde kum fırtınasına yakalanmış bir bedevi kervanı gibi iç içe sokulmuş, büzüşmüştü adeta. Bütün yaşam gözenekleri tozla, kumla dolmuş, nefes alamayan, can çekişen ve tam tepesindeki madenin pasalarının bir gün başına göçmesi tehlikesini an be an yaşadığı görünen bu hüzünlü köyün içinden, hayalet bir kasabadan geçiyormuş gibi geçtik.

***

Beşparmak dağlarına paralel giden yolun solunda uzakta kaleye benzer bir tepedeki Türk bayrağı dikkatimizi çekti. Orada tarihi bir yapı mı vardı, bir köy evi mi, bir çoban ağılı mı bilemedik? Selçuk yakınlardaki Keçi Kalesi’nin küçük bir kopyası gibi duran kütlenin Latmos’un bize oyunlarından birisi olduğunu biraz sonra anlayacaktık. Latmos’un şakacı rüzgarları, yağmuru, kayalardan birisine dikdörtgen bir şekil vermiş, başka bir şakacı Latmos sakini de bu dikdörtgen kayayı kalesi ilan ederek bayrağını dikmişti.

***

Köylerden uzakta, derin bir vadinin içinden giden yolun kenarında başka bir süpriz daha karşıladı bizi. Yol ile tepe arasındaki bir açıklıkta gururla ama tetikte bir anne hindi ve 7-8 yavrusu tek sıra halinde yürüyorlardı. Minibüsümüz geçerken merakla dönüp baktılar bizlere. Onların hemen yanında ise başındaki kırmızı benek ve incecik uzun kuyruğu ile tedirgin yürüyen bir sülün vardı. Sanki bu hindi ailesinin bir ferdi gibiydi sülün. Minibüsün önünde hostes koltuğunda oturan Ali Osman hoca sülünün fotoğrafını çekti. Benim aklımdan geçen şey de ise bambaşka bir öykü gizliydi. Birkaç gün önce, Rakka’da IŞİD’le yapılan çarpışmalarda yaşamını yitiren Gezi Parkı günlerinin kırmızı fularlı yörük kızı Ayşe Deniz geldi aklıma. Yüzlerce yıldır yörüklere yurtluk eden Latmos’tan geçerken gencecik yaşta doğaya emanet ettiği kızını sülüne benzeten annesinin acılı sözleri geçti içimden. Kırmızı başlıklı sülüne bakarken yüreğimi kanatarak tekrarladım o sözleri;

“Sen sülün oldun o sabah
Belki de ben öyle inandım...
Kırmızı başlıklı, doğada az kalan...”

ÖNCEKİ HABER

‘Krizin derinleşmemesi için ciddi bir mesai harcıyoruz’

SONRAKİ HABER

İşyerinde çekilmiş kılıçlar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa