09 Nisan 2017 00:35

Akademinin mağduriyeti hepimizin mağduriyetidir

Önümüzdeki Pazar ülkenin yönetimini tek bir kişiye verip vermeyeceğini oylayacak bir ülkede yazılmış bir referandum yazısıdır.

Paylaş

Ömer Furkan ÖZDEMİR

Üniversitelerden ihraç edilen akademisyenler her türden engellemeye rağmen öğrencilerinden ve bilimden kopmayacaklarını, her şeyden öte halk için bilim yapmaktan vazgeçmeyeceklerini ilan ettiler, kimi zaman bireysel olarak ama çoğunlukla hep birlikte hareket ederek… Ülkemizin dört bir yanında dayanışma akademileri kuruldu ve sadece gençlerin değil, beyaz yakalısından mavi yakalısına işçilerin ve her kesimden yurttaşın ilgisiyle devam ediyorlar ders vermeye. Bir yandan böylesi bir mücadele her türden mağduriyete rağmen şekillenmeye çalışmaktadır. İşsiz bırakmak, yurtdışına çıkış engeli getirmek, her şeyden öte itibarsızlaştırmaya çalışmak ve bunlardan başlayıp ucu intihara kadar vardırılabilen bir cinayet girişimiyle karşı karşıya kalan akademisyenlerden bahsediyoruz.

Burada  akademisyenlerin ihracının hem bir boyutunu anlatalım hem de aslında bu yazıda anlatılmak istenen asıl boyutuna bağlamak için çaba sarfedelim ve soralım: Peki ama mağdur edilen sadece akademisyenler mi? Her şeyden önce “ihraç”ların sadece akademiyle sınırlı olmadığını, toplamda yüz bini aşkın kamu emekçisinin ihraç edildiğini biliyoruz. Yani en başta kamudaki işgüvencesinin bir gecede çıkarılan KHK’lerle ortadan kaldırıldığını biliyoruz. Akademisyenler de dahil olmak üzere yüz bini aşkın kamu emekçisinin işsiz bırakılarak aileleriyle birlikte mağdur edildiğini biliyoruz. O zaman sorumuzu biraz daha netleştirerek farklı bir biçimde soralım: Mağduriyet sadece “ihraç edilmek”ten mi ibaret? Her zamanki gibi sondan cevap verelim, ihraç edilmenin kendisi tek başına işini kaybetmek iken, ihraç etmek bir bütün olarak, bugün kamuda görece var olan kazanılmış bir hak olarak iş güvencesi kavramının kendisine bir darbe getirmiştir ve bunun “normalleştirilmesi”nin önü açılmak istenmektedir. Oysa sadece iş ve iş güvencesi açısından bile bununla sınırlı bir açıklama tamamen saflık olur. Çünkü ihraç edilenlerin kamu dışında başka herhangi bir yerde iş bulamamaları için her tür hukuksuz uygulama sıradan hale getirilmeye çalışılmaktadır. Yani ortada işsiz bırakmanın ötesinde işsizliğe mahkum etme çabası vardır. Kamudan ihraçların başladığı ilk günlerden bu yana yaşanan intihar vakalarının aslında birer cinayet olduğunun tartışmasız bir gerçek olması ilk olarak bu noktadan itibaren düşünülmelidir. Ama devam edelim ve ekleyelim: Bununla da sınırlı değildir elbette, tamamen korkmuş, iradesi elinden alınmış, işine ve kendisine yabancılaşmış, her an işimi kaybeder ve daha önemlisi  geleceğimi karartabilirim kaygısıyla hareket eden, tek bir kişinin doğrularını doğru kabul etmeye hazır, hazır olmasa bile buna karşı ses çıkarabilmesi olanaksızlaştırılmış ve kendisi için, kendisi gibi milyonlarca emekçinin bir araya gelip örgütlenmesi yerine bir kişinin ve/veya ülkenin değerlerinin ve kaynaklarının üzerine çökmüş küçük bir çıkar grubunun çıkarları etrafında örgütlenmeye çalışılan bir toplum düzeninin yaratılmak istenmesidir asıl mağduriyet.

En başa dönüp yazarın da bir parçası olduğu akademi açısından mağduriyetin boyutu ama akademinin de sınırlarını aşmasının ne anlama geldiği üzerinden devam edelim: Akademisyenlerin tek tek veya toplu olarak ihraç edilmesinden de öte aylardır (hatta daha da uzun bir süredir) tartışılan şey akademinin tasfiyesidir. Yani bir bütün olarak ülkede üniversitenin ortadan kaldırılmak istenmesidir. Bu sadece üniversite bileşenlerinin değil toplumun topyekün dönüştürülmesi çabasının karşısında buna dur diyecek bir halk hareketinin de diyalektik olarak var olmaması, var olamaması çabasıdır aslında karşımızdaki hamleler.

NEYE ‘HAYIR’ DİYORUZ?

Bu yüzden bu hayır, bir yandan akademinin akademi olmaktan çıkarılmasına ama sadece akademinin değil ülkenin karanlığa mahkum edilmesine hayır demektir. Örneğin fakülte koridorlarında “ben ne ders olsa anlatırım, yeter ki paradan bahsedin” sesleri duymaya hayır demektir. Çünkü bu sesler, ihraçlardan sonra artık “olağan” hale gelmiştir “üniversiteler”de… Bu hayır, “akademik kurullar”da “fakülteye kıraathane açalım mı sosyalleşiriz” vb. tartışmalara hayır demektir. Evet çünkü böyle tartışmalar yapılmaktadır artık kimi fakültelerde… Bir yanda onlarca, yüzlerce bilimsel yayını tartışmasız tüm akademik kriterlere uygun, alnı ak yüzlerce onurlu akademisyen ihraç edilirken, diğer yanda intihalcilerin (hırsızların) cirit attığı üniversiteler istemiyoruz, demektir, bu hayır. Çünkü artık akademik kriterlerin yerini başka kriterler almaktadır… Sadece üniversite kampüslerinde değil;  bilimi, aydınlığı, bildiği tüm bilgiyi halka anlatmak için kimi zaman mahallelerde, semtlerde, kimi zaman işyerlerinde, grev-direniş çadırlarında yağmur-çamur demeden yerini alan akademisyenlerin tasfiye edilmesine hayır demektir… Öğrencisiyle arasında hem öğreten hem öğrenen bir ilişkiyi kurmaya çalışanların, sadece ve sadece bilimsel üretim yapmaya çalışanların üniversitelerden birer birer uzaklaştırılmalarına ve onların yerini, öğrencisine her türlü ayrımcılığı uygulayanların, her türden gericiliği ders diye anlatanların ve “öğrenci başına yaz okulunda ne kadar para kazanırım” diyenlerin almasına hayır demektir… Çünkü bu hayır, ülkeyi yönetenlerin üniversiteleri üniversite olmaktan çıkarmasına karşı hayır demek; bu halka ve bu halkın çocuklarına birer taş yığınına dönmüş bir rezilliği “eğitim ve bilim kurumu” diye yutturmaya çalışmalarına hayır demektir. 

Çünkü bilimin, bilimsel bilgi ışığında toplumu aydınlatacak bir mekanizmanın ortadan kaldırıldığı koşullarda ülkeyi yönetenlerin önünde hiçbir engel kalmayacaktır.Çünkü bugün önümüze konan şey şudur: “hukuksuzluğun” hüküm sürdüğü, grevlerin ve her türlü hak arama eyleminin keyfi olarak yasaklandığı koşullarda buna dur diyecek “hukukçuların”, “sosyal politikacı”ların, sağlığın paralı hale getirilip ticarete alet edildiği, şirketlerin kâr uğruna halkın sağlığıyla oynadığı koşullarda buna dur diyecek “tıpçı”ların, kentlerin ranta, yağmaya açılmasına dur diyecek “mimar”ların, “şehir planlamacıları”nın, her türlü teknolojik gelişmeyi kamusal yarar gözeterek devlet güvencesiyle halka sunmak yerine şirketlere peşkeş çeken mühendislik anlayışına dur diyecek “mühendislerin”, küçücük zihinler her türden gericilikle çağdışılıkla zehirlenirken buna dur diyecek “eğitimci”lerin, yalanın perdesini aralayacak “gazeteci”lerin, sanatın ve edebiyatın yaratıcılığını sunacakların, her alanda iyinin, güzelin, aydınlığın olmadığı bir rejim tahayyülü… Çünkü başka türlü sürdürülemez kötülüğün iktidarı…

Son satırda tekrar söylersek, bu hayır herkesin mağdur olmasına dur demek için bugün yapmamız gereken ilk önemli şey olacaktır. O yüzden önümüzdeki pazar, bize reva görülen pespaye geleceğe hayır demek gerekiyor, kendi geleceğimize sahip çıkmak için… Hepimizin ve bu ülkenin mağdur olmaması için!
 

ÖNCEKİ HABER

Hayır, ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım

SONRAKİ HABER

Satmayan çizgi romanlar, Tomahawk füzeleri ve 16 Nisan

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa