05 Mart 2017 02:08

Hayata başkaldıran kadınlar

Dünya Emekçi Kadınlar Günü arefesinde, kaderine razı olmayı değil, karşı durmayı seçen kadınlardan sadece birkaç tanesini Başak Şahindoğan derledi.

Paylaş

Başak ŞAHİNDOĞAN

Ve kadınlar 
bizim kadınlarımız: 
korkunç ve mübarek elleri 
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle 
anamız, avradımız, yârimiz…

Nazım Hikmet

Kadınlar…
Erk dünyasının çoğu zaman örselemeye, hapsetmeye ve hatta yok etmeye çalıştığı kadınlar…
Hayatın kaynağı, gökyüzünün maviliği, yeryüzünün bereketi, denizin derinliği kadınlar…
Yerin derinliklerinden, sokakların kuytusundan, evlerin karanlığından, zamanın her köşesinden, dünyanın her noktasından çıkıp geçmişe, bugüne ve tabiki geleceğe ışık tutan kadınlar…
Önce kendi dünyalarına sonra tüm dünyaya, önce kendi yaşamlarına sonra tüm yaşama sahip çıkan kadınlar…
Kaderine razı olmayı değil, karşı durmayı seçen inançlı, inatçı, koca yürekli kadınlar…

FRIDA KAHLO

“Hiçbir zaman hayallerimi ya da kâbuslarımı resmetmedim. Ben sadece kendi gerçekliğimi resmettim.”

Doğum tarihini bile ruhunu kattığı 7 Temmuz 1910 Meksika devrim günü olarak kendi belirleyen bir devrimci…

‘Ben bir ressam olarak doğdum’ diyebilecek kadar kendine güvenen bir sanatçı…
Seksten kürtaja, aldatılmaktan toplumsal kalıplara kadar kadına dair tüm yaşam izlerini kendi bedeninden çıkışla resmeden bir feminist…

Hiç doğuramadığı çocuğuna isim verip onunla düşlerinde konuşan bir anne…

‘Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi. Biri geçirdiğim otobüs kazası. Diğeri sendin Diego. Sen en kötüsüydün’ diyen ve yaşamı boyunca sadece bu sevdaya boyun eğen bir aşık…

Tüm bunların toplamı ama en çok da yaşamı mücadeleden ibaret bir kadın Frida Kahlo…

Bazı kadınlar yaşam içerisinde mücadeleyi öğrenirler. Bazı kadınlar ise mücadele içine doğarlar. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci ile başlayan mücadelesi yaşamı boyunca hep sürdü Frida’nın…

Çocuk felcinden miras kalan topal bacağıyla yaşama tutunmaya çalışırken 18 yaşında geçirdiği kaza ve ardındaki 32 ameliyat uzun bir süre yatağa mahkum bıraktı. Bu dönemde aynaya bakarak yapmaya başladığı otoportreler sonrasında onun aklının ve yüreğinin derinliklerinde şekillendirdiği yaşam ve direnci anlamamızın anahtarı oldu. Ama en çok da acıların… Fiziki acılarına dönemin ünlü ressamı  ile tanışmasıyla birlikte aşkın ruhsal acıları da eklendi. Beraber geçirdikleri fırtınalı yıllar boyunca yaşadıkları aldatılmalar ve ayrılıklar karşısında da yaşam karşısında olduğu gibi direndi. Frida’nın resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o her sürrealizmi reddederek sadece kendi gerçekliğini resmettiğini söyledi. Frida resimlerinde acı, keskin ve hatta rahatsız edici gerçekliğin yanı sıra devrimci kimliğini de sık sık ortaya koydu.

Kimi zaman almadığı kaş ve bıyıklarıyla, kimi zamansa aldatılan kadın imajına karşı duruşuyla toplumsal yaşamın dayattığı kalıpları yıkan Frida, günü geldiğinde ilk kişisel sergisine, mahkûm olduğu yatağını sergi salonuna taşıtarak katılacak kadar da güçlü ve inatçı bir kadındı.

Her zaman ötekileştirilen hayatında kaderine razı olmayı değil, karşı durmayı seçerek istediği hayatı yaşamayı başardı. 

Ölümden sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece” diyerek son yolculuğunun kararını da kendi veren Kahlo, henüz 47 yaşında 13 Temmuz 1954’te akciğer embolisi nedeniyle hayatını kaybetti.

Ve gömülmedi, çok yatmıştı zaten. Yakıldı. 

VIRGINIA WOOLF

“Kadınlar erkekler gibi yazıp erkeklere benzerlerse, çok yazık olur; çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz?”

25 Ocak 1882 yılında, İngiltere’de doğan Virginia Woolf, bugün kendine özgü edebi dili ve kendi icadı olarak kabul edilen ‘bilinç akışı’ düzeyinde yazdığı eserlerle feminist literatürde önemli bir kaynak kabul edilir.

Doğduğu Viktoryan çağında kız çocuklarının eğitimine izin verilmediğinden kendi eğitimini babasının faydalanarak sağladı. Yaşamı boyunca da Viktoryan tarzı yaşamı reddederek mücadele etti. 1929 yılından yayınlanan ve en bilinen kitaplarından biri olan “Kendine Ait Bir Oda”, feminist edebiyatın en önemli kaynaklarından biridir. 

Yaşamı boyunca içinde bulunduğu çağ ve toplumun bir kadının özgürce kendini ifade etmesine izin vermemesiyle mücadele etmiş, eserlerinde kadının toplumdaki bu yerine ve bunun kadınlarda nelere mal olduğuna dikkat çekmiştir.

Eşcinselliğini gizlemeyen Virginia Woolf eserlerinde de sık sık eşcinsellik kavramını cesurca işlemiştir.

13 yaşında annesinin ölümüyle başlayan ve yaşamı boyunca kendisini sürekli olarak rahatsız eden psikolojik sorunlarla boğuşan Woolf son dönemlerde yeteneğini kaybettiğini düşünerek yazarlık kariyerinde kendisini yetersiz görmeye başladı. Bir yandan da yaklaşan dünya savaşının ayak sesleri onu çok tedirgin etti. Günden güne artan savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku yazarı bunalıma sürükledi.

“Canım, yine deliriyorum, eminim bundan. O berbat dönemlerden birine daha tahammül edemeyeceğimizi hissediyorum. Bu kez iyileşmeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum, dikkatimi toplayamıyorum. Bu yüzden en iyisi neyse onu yapacağım… Daha fazla mücadele edemem. Senin hayatını mahvettiğimi biliyorum, ben olmazsam sen çalışabilirsin. Çalışacaksın da, biliyorum bunu. Görüyor musun, şunu bile doğru dürüst yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek istiyorum… Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o kişi sen olurdun. Her şeyimi yitirdim, bir tek senin iyi biri olduğuna inancım kaldı geride.“

Virginia Woolf 28 Mart 1941 günü bu satırları kocasına yazdı, sonrada evinden çıkıp yakındaki nehre gitti ve ceplerine taş doldurup suya girerek intihar etti. 59 yaşındaydı. 

SIMONE DE BEAUVOIR

“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz”

Beauvoir, 9 Ocak 1908 yılında Paris’te muhafazakâr bir ailede dünyaya geldi. İlk dayatmalarla karşılaşması da sorgulayıp karşı çıkması da bu ailede başladı ve yaşamı boyunca devam etti.

Yazar kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılıkların, özellikle kadınların regl, gebelik ve annelik dönemlerinin toplumda bir dezavantaj olarak algılanmasına karşı çıktı. Ayrıca cinsiyetlerinden kaynaklanan bu özelliklerin onlara farklı sorumluluklar yüklese de, kadınların hak ve özgürlüklerine sınırlamalar getirilmesini ve bireysel farklılıklarının yok sayılmasını kabul etmeyerek mücadele etti.

Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoiri lk karşılaşmalarından sonra ayrılmaz bir ikili olur. İlişkileri yaşam boyu macera ve tutku dolu olarak sürer. Her ne kadar bu ilişkinin her ikisinin hayatında etkili olduğu yadsınamaz bir gerçek olsa da birçok kaynakta Sartre’ın hayatı anlatılırken bir cümle ile aktarılan bu ilişki, Beauvoir’ın biyografilerinde neredeyse yazının tamamını oluşturmaktadır. Bu düşünürün alana katkı sağlayan eserlerinin görmezden gelinip haksızlığa uğramamasına neden olmaktadır. Günümüzde bile kadın olduğu için filozof ya da düşünür tanımı ismiyle yan yana kullanılmasa da onun fikirleri, halen geçerli ve aydınlatıcıdır. Filozof ve akademisyen olarak  post-feminizminin kurucusu olmanın yanı sıra aynı zamanda akademisyen ve varoluşcu düşün insanı olarak da çok önemlidir. 

Kadının yaşamdaki rolünü “Erkekler sadece kendileri için yaşar; oysa kadınlar bütün bir hayattan sorumludur.” sözleriyle ifade eden Beauvoir her ne kadar kendisini feminist olarak tanımlamasa da hayatı boyunca hem özgürlüğünden ödün vermemiş, hem de kadınların yaşam hak ve özgürlükleri için mücadele etmiştir. Kalemini yaşamının son anına kadar elinden düşürmeyen Simone de Beauvoir 14 Nisan 1986 yılında yaşamını yitirmiştir. Paris’te  Sartre’ın yanına gömülmüştür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır.

ROSA PARKS

‘’İnsanlar, benim o gün çok yorgun olduğum için koltuğumdan kalkmayı reddettiğimi söyleyip duruyorlar. Doğru, yorgundum ama sebep bu değildi. İş günü olmasının fiziksel yorgunluğu değildi bu. Yaşlı da değildim, 42 yaşındaydım. Çok yorgundum. Sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum.”

Her şey 1 Aralık 1955 Perşembe günü, Alabama’nın Montgomery şehrinde, 42 yaşındaki siyahi bir kadının belediye otobüsünün ortasındaki ‘değişken’ statülü koltuklardan birine oturmasıyla başladı.

1900’lerin başından beri uygulanan yasaya göre, belediye otobüslerinde ilk 4 sıradaki koltuklar derisi beyaz olan yolculara aitti. Siyahi insanlar, belediye otobüslerinin yolcularının çok büyük bir oranını oluşturmalarına rağmen, onlara otobüslerin en arka koltukları ayrılmıştı. Ortadaki değişken statülü koltuklarsa beyazların sıraları doluncaya kadar siyahların da oturabilecekleri koltuklardı. Beyaz sıralar dolduğunda ya da şoför istediğinde siyahlar oturdukları bu koltukları boşaltıp daha arkaya geçmek zorundaydılar.

İşte o gün Parks şoföre ‘Kalkıp yerimi bir başkasına vermem gerektiğine inanmıyorum.’ diyerek karşı çıktı. Ve karşılığında tutuklandı. Ancak bu tutuklanma ve devamındaki süreç bir siyahi ayaklanma ve başkaldırının fitilini ateşledi. Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahiler otobüslere binmedi, her yere yürüyerek gitti. Martin Luther King’in liderliğinde devam eden sivil haklar hareketi büyük uğraşlar sonucunda meyvesini verdi ve 1964 yılında Sivil Haklar Yasasının çıkmasını sağladı. Rosa Park bu direnişin sembolü haline geldi.

24 Ekim 2005 günü 92 yaşında hayatını kaybetti. Defnedileceği 29 Ekim gününe kadar şehirdeki bütün belediye otobüslerinin ilk sıra koltuklarına siyah kurdela takıldı. Cenaze törenine katılan ABD’nin ilk siyah kadın dışişleri bakanı Condoleezza Rice, ‘Parks olmasaydı muhtemelen ben bugün dışişleri bakanı olamazdım’ dedi.

Sarılıp gövdesine sımsıkı
bir kadın kendini doğurabilir isterse…

Edip CANSEVER
 

ÖNCEKİ HABER

1489’dan Özlem’i çıkartmak

SONRAKİ HABER

Kadınlar sahneleri çoğaltıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...