28 Ocak 2017 22:09

Monarşi, Cumhuriyet, Referandum: Tarihte ‘Hayır’ var

Ercüment Akdeniz, tarihte toplumları düzen değişikliğine götüren belli veçheleri inceledi ve emekçilerin çıkarının nerede olduğunu irdeledi.

Paylaş

Ercüment AKDENİZ

O güne kadarki devrimler, hep bir sınıfın yerini bir başkasının almasıyla sonuçlandı. Ve bütün bu devrimlerin ortak bir karakteri vardı; devrime katılan çoğunluk bir biçimde saf dışı ediliyor ve iktidarı hep küçük bir azınlık elinde tutuyordu. Üç renkli bayrağın ateş, kan ve barut arasında göndere çekildiği 1789 Fransız devrimi de aynı makus talihi paylaşmıştı. Monarşi yıkılmış cumhuriyet kurulmuştu, lakin devrime katılan yoksul proletarya ve ezilen emekçi sınıflar yine yönetim dışı kalmış, baskı ve sömürüden kurtulamamıştı.     

1789 hiç şüphe yok ki aşağıdan gelen bir devrimdi ve genç burjuvazi ‘saltanatını’ 1830’a kadar kazasız belasız sürdürmeyi başardı. 1830’la birlikte Fransa’da yine aşağıdan (alt sınıflardan) gelen bir devrim dalgası baş gösterdi. Ritmik dalgalar halinde iktidarı sallayan bu devrimlerden özellikle 1830 ve 1848 devrimleri, “Yeni Fransa”da büyük fay kırıkları oluşturdu. Şubat 1848 devrimine gelindiğinde proletarya artık eskisi gibi yönetilmek istemiyordu. Fakat onun iktisadi gelişkinliği, henüz ne iktidara el koymaya ne de diğer sınıfları kendi tahakkümü altına alıp dönüşüme uğratacak bir olgunluğa erişebilmişti.

Esas egemenliğin mali aristokrasinin (mali burjuvazinin) elinde olduğu bu dönemde, palazlanma hırsıyla yanıp tutuşan sanayi burjuvazisi ve ona bağlı küçük burjuva katmanlar muhalefet cephesinde yer almak zorunda kaldı. Bu durum, kısa süreliğine de olsa proletaryanın etrafında toplanmayı gerektiriyordu. Fakat hesap daha baştan belliydi; -rakip burjuva kliğin yenilgisini de garanti altına alacak şekilde- işçi sınıfı hazır olmadığı muharebelere sürülecek ve kısa sürede güçten düşürülecekti.

Şubat 1848 devrimi Geçici Hükümetin kurulmasıyla sonuçlanmıştı. Ne var ki bu hükümette, işçi sınıfı ve yoksul emekçileri temsil eden delege sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Üstelik işçi sınıfı yönetme becerisinden henüz oldukça uzak olduğu için bütün yetkiyi (ceberut monarşiyi ve kan emici mali aristokrasiyi silkelemesine rağmen) sanayi burjuvazisine kaptırmıştı. Geçici Hükümet içinde gerçekleşen her uzlaşma ise işçi sınıfının daha fazla ezilmesi ve siyaset dışına itilmesiyle sonuçlanmıştı.

Önceki bütün devrimlerden farklı olarak Haziran 1848 ayaklanması işçi sınıfını bu kez iktidara çağırıyordu. Zafer için koşullar uygun değildi belki ama proletaryanın hedefi belliydi; hedef düzendi! Monarşi döneminde olduğu gibi burjuva egemenliği altındaki cumhuriyet de sömürü düzenine dokunulmasını istemiyordu.

“Haziran Devrimi çirkin olan ve hoşa gitmeyen bir devrimdi” diye yazıyordu Karl Marx. Ve Londra’dan izlediği Haziran 1848 devrimini şu cümlelerle analiz ediyordu:  “Çünkü cumhuriyet onu koruyan ve kollayan tacı koparıp atarak, canavarın başını açığa çıkarmıştı. Ulusal Meclisin ve cumhuriyetçi burjuvazinin vahşi yankısı Cavaniac, ‘Düzen!’ diye bağırıyordu. Onun toplarından çıkan misketler proletaryanın gövdesini parçalarken ‘Düzen’ diye gümbürdüyordu. Fransız burjuvazinin 1789’dan beri gerçekleştirdiği çok sayıdaki devrimin hiçbiri düzene yönelik bir kalkışma değildi. Çünkü egemenliğin ve köleliğin siyasi biçimi ne kadar değişmiş olursa olsun bu devrimler sınıf egemenliğinin, işçilerin köleliğinin ve burjuva düzeninin sürmesini sağladı. Haziran işte bu düzeni hedef aldı.”

Öyleyse “Haziranın vay haline!”ydi...  

Devrim ezilmiş, Fransız proletaryası büyük bedeller ödemişti ve fakat Haziran 1848 devrimi ödünsüz bir işçi hareketi olarak hem Komünist Manifesto’yu ete kemiğe büründürmüş hem de Enternasyonal’in esin kaynaklarından biri olmuştu. Haziran 1848 yenilmişti evet ama üç renkli devrim bayrağı işçilerin kanıyla boyanarak yerini kızıl bayrağa bırakmıştı. Marx’ın “Devrim öldü... Yaşasın Devrim!” sözü tam da bu anı anlatıyordu.

Bütün bu siyasal altüst oluşların sonunda 1851 darbesi geldi. Yönetime el koyan Louis Bonaparte içerdeki darbeyi dışarıdaki savaşla birleştirmişti. Engels bundan sonraki süreci aşağıdan gelen devrimlerin sona erdiği ve yerini ‘yukarıdan gelen’ devrimlere bıraktığı bir dönem olarak tanımlıyor. Bu dönem tam 20 yıl sürdü ve 1871 Paris Komünü ile birlikte işçi sınıfı aşağıdan gelen devrimler dönemini yeniden başlattı. Komün de ağır bir yenilgi alacak ama bu yenilgiden tüm dünyaya yeni bir cumhuriyet çağrısı yankılanacaktı. Bu cumhuriyet öncekilerden farklı olarak bir işçi ve halk cumhuriyetiydi. Ve ilk kez 1917’de, Rusya’da iktidara yürüme başarısı gösteren bu yönetim biçimi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını alacaktı.

***

Özetle tarihin gösterdiği gerçek şu; monarşi, cumhuriyete göre geri bir yönetim biçim olmakla birlikte sınıflar üstü bir yapı da değil. Aynı şekilde cumhuriyet de sınıfsız, zümresiz bir yönetim biçimi değil.

O halde işçilerin, emekçilerin ve ezilen katmanların, ‘başkanlık sistemi’ örneğinde olduğu gibi tarihin tozlu raflarından çıkarılıp kendilerine pazarlanan post-monarşist modellere pabuç bırakmaması gerekiyor. Buna verilecek yanıt elbette ve tereddütsüz olarak güçlü bir “Hayır” olmalı. Ve fakat monark oligarşiye karşı mücadele ederken, emekçilerin mutlak suretle “Nasıl bir cumhuriyet?”sorusunu da kendilerine sormaları gerekiyor.

Öte yandan “yeni düzenin inşası” sadece bizim ülkemizin gündemi değil ve Trump’tan Putin’e, Putin’den Le Pen’e kadar bütün kapitalist dünya hızla bu yolda ilerliyor. Bu nedenle başkanlık, krallık, padişahlık ya da her ne isim altında gelirse gelsin “yeni düzenin inşası”na karşı mücadele ederken “eski kapitalist düzeni” (bizdeki moda tabirle eski Türkiye’yi) savunma yanlışına da düşmemek gerekiyor.  

O halde sadece bizim Hayırlarımız değil dünyanın bütün ‘Hayır’ları birleşmeli.

Çünkü bizim “Hayır”ımızın içinde yalnızca başka bir Türkiye değil bambaşka bir dünya var.

ÖNCEKİ HABER

Mitoloji ve doğa ilişkisi

SONRAKİ HABER

Şili referandumu: Bir faşizmin ‘kaza’ sonucu ölümü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...