18 Aralık 2016 00:35

Seray Şahiner gözaltındayken…

Ayşegül Tözeren, gazeteci-yazar Seray Şahiner'in gözaltına alınmasını yazdı.

Paylaş

Ayşegül TÖZEREN

Türk Tabipleri Birliğinin (TTB) Edebiyat Matinelerinin, edebiyatçı hekim buluşmalarının yeni durağı Bursa’ydı. Bursa Tabip Odası, öyküleriyle, romanıyla, romanından uyarlanan tiyatro oyunuyla bilinen gazeteci yazar Seray Şahiner’i konuk edecekti. Etkinlik coşkuyla başlamıştı, benim sorularım, Şahiner’in yanıtları kanatlanmıştı, programın sonunun nasıl geldiğini anlayamamıştık. Basına karşı baskıyı konuşmuştuk, kapatılan, kapatılmak istenen basın kuruluşlarının başında Demokles’in kılıcı gibi duran kayyım atanma riskini de… Seray Şahiner, kitabın ortasından cevap vermişti: “Duvarlara kayyım atanamaz.”

Coşkumuz, gece gelen kara bir haberle, derin bir yasa yerini bırakacaktı. Gece kurulan masaya, dertli fasıl şarkılarına bomba düşmüştü. Beşiktaş’ta patlayan bombalar kalbimizi paramparça etmişti. Sosyal medyadan gelen haberlere bakıyor, can kaybının artmamasını diliyorduk… Yeisle, yorgunlukla bırakmıştık kendimizi uykuya…

‘ÇOK KONUŞUYORSUN SEN!’

Sabah beş civarında telefonum çaldı, arayan Seray’dı. “Beni sabah kaldırmana gerek yok, bu saate kadar yazdım bitirdim, yazacaklarımı” diyeceğini düşündüm, ama o “Polisler odamı bastı” diyordu. Telefonu kapamadan koştum Seray’ın odasına, galiba terliklerimi bile giymemiştim, olsun. İki sivil polis ve bir otel görevlisiyle burun buruna geldim. “Ne yapıyorsunuz” diye sorduğumu hatırlıyorum, hakikaten ne yapıyorlardı böyle… Sürekli ‘söyleyin, hızlı giyinsin üstünü’ sözleri… Neden geldiklerini bilmiyorduk, arama emri, ya da herhangi bir evrak göstermemişlerdi. Tek bildiğim, sivil polis olduğunu söyleyen iki erkek, erkek otel personelinin de desteğiyle, otel odasının kapısının izinsizce açılmasından sonra arkadaşımı götürmek istiyordu. “Nereye götüreceksiniz” dedim, “Fomara Emniyet Müdürlüğüne” dedi, sonra da “Çok konuşuyorsun sen!” Asıl mesleği gazetecilik olan ve günün her saatinde ulaşılabilir olmayı insanüstü bir biçimde başaran bir milletvekilini, Barış Yarkadaş’ı, aradığım sırada, sivil polis döndü ve dedi ki, “Ne diye vekilleri arıyorsunuz, abartmayın, bir hakaret davası varmış, ondan yakalama emri çıkmış…” Ne olduğunu hemen hatırladım, Seray’ın “Buraları Eskiden Hep Düz Liseydi” yazısında yer alan bir cümlede Bilal Erdoğan’a üstün zekâlı dediği için dava açılmıştı, mahkeme bir para cezasıyla sonuçlanmış, ardından Seray avukatıyla birlikte bir üst mahkemeye başvurmuştu. Bunları hızla düşünürken, Seray’ı götürüvermişlerdi.

Odama koşup, Bursa Tabip Odasından arkadaşlarımı uyandırmaya başladım. Uçarak otele gelmişlerdi, öyle ki giyinmeye bile vakit bulamamıştım. Yolda avukat Nilgün Berk’e ulaşmış, Fomara Emniyet Müdürlüğüne kendimizi atmıştık. Bu sırada Barış Yarkadaş sosyal medyadan konuyu duyurmuştu. Telefonum tekrar çalıyordu, arayan; düşünen yazan insanların başı ne zaman dara düşse, Hızır gibi yetişen Sezgin Tanrıkulu’ydu. Ne olduğu ile ilgili bilgi almaya çalışıyordu, durumu Emniyet Müdürlüğündeki polisler doğal karşılıyorsa da, yılların hukukçusu Tanrıkulu hayret içindeydi. Bir üst mahkemenin sonucunu beklemeye gerek duymamışlar, para cezasının ödenmesi için gözaltına almışlardı. Gece sabaha yeni kavuşurken, otel odasından apar topar!
Kırık dökük hukuk bilgimle, yakalama emri filan gerekmez miydi dedim… Gönderilmiştir dediler. Seray Şahiner, yakalama emrini hiç görmemişti, tebliğ edilmemişti. Doğrusu Seray, bir nezarethanede günün aydınlanmasını beklerken, biz dışarıda bekleyenler de herhangi bir evrak görmüş değildik. Saat bir on on bir olsun diyorlardı. Saat en fazla yedi oluyordu, sekiz oluyordu, zaman geçmiyordu.

‘GEREK YOK’LAR MEMLEKETİ

Dokuz gibi Muradiye Devlet Hastanesinde gözaltı sonrası adli kontrol muayenesi yapılacağını öğrenmiş, oraya koşmuştuk, biz oraya koşmuştuk, ama Seray’ı Çekirge Devlet Hastanesine götürmeye karar vermişlerdi! Son üç dört saattir kurumlardan en çok duyduğumuz cümle “Gerek yok”tu. Avukata aslında gerek yok, Emniyet Müdürlüğüne gelmenize gerek yok, soru sormanıza gerek yok, olan biteni etrafınıza haber vermenize gerek yok, hastaneye gelmenize de gerek yok… ‘Gerek yok’lar memleketinde yaşıyorduk. Bilmiyorlardı ki, dostluk ve dayanışma gerektiği için değildir. Bursa’ya adımımızı attığımız anda bir ipek böceği kozası hediye etmişlerdi. Dostluk ve dayanışma o bembeyaz koza gibiydi, birbirine sımsıkı örülü, nedensizce…

Bir kez daha yolumuzu Uluyol Adliye Sarayına çevirmiştik. Bir kez daha diyorum, çünkü Adliye Sarayına dokuz olmadan ilk gidişimizde, içeride sadece santral memuresi olduğunu öğrenmiştik. Türkiye’nin dördüncü büyük kentinin adliye sarayı kapalıydı! Ona doğru tekrar gittiğimizde açıldığını gördük, adliye gişesine doğru koştuk. Hemen ödeme yapıldı. Gişede oturan genç, sabah gözaltı kararı kalkmış, ödeme de yapıldı, serbest bırakırlar artık dedi. Bu sırada nöbetçi savcı usul usul adliyeye giriyordu. Yanımıza koşup gelen bir milletvekili, Orhan Sarıbal tanımış, merhabalaşmıştı. Hiç bitmeyen bir Yaban romanının içinde yaşıyor gibiydim. Son üç dört saattir yaşadığımız bize göre olağanüstü anlar sanki doğaldı, mücadele etmeye, koşturmaya, hiçbir şeye gerek yoktu… Kaderin görünmez ellerine kendimizi teslim etmemizi bekliyordu hayat.

Gri adliye binasının önünde Bursa Tabip Odasından hekimlerin gözleri yine de parlıyordu. Çünkü Seray, polis aracından inmiş, bize doğru koşar adım geliyordu. Bol bol sarıldık birbirimize… Seray kimliğini adliyeden alacaktı. Adliyeye kaç kişinin Seray’la gireceği bile polislerle pazarlık nedeniydi. Neden yanında birden fazla kişi giremiyordu, işin sonunda bile neden zorluk çıkarmaya çalışıldığını anlayamıyordum. Birbirimizi hiç tanımıyorduk, ama sanki onların gözünde mimliydik, kötüydük ve uslanmamız için her türlü zorluğu hak ediyorduk. Bunun nedenini hâlâ anlayamıyorum, anlamamakta ısrar ediyorum. Belki, bundan dolayı kimse dokunamıyor bizim suçsuzluğumuza…

SOBA DA SOBAYDI!

Biraz önce loş bir roman sayfasının arasına sıkışıp kalmıştık, şimdi Seray’ı aldıktan sonra güneşli bir Yeşilçam filminde gibiydik. Adliyenin yanındaki sabahçı kahvesinde soba bile yanıyordu. Etrafına oturduk ve hiç durmayan telefon aramalarının izin verdiği ölçüde, çektirdiğimiz fotoğrafları Twitter’a koyarken, notu düştük: “Dayanışma, sobadan daha çok ısıtıyor!” Seray Şahiner’in gazete ve dergilerde yazdığı yazıların satır aralarında, hep eskiden kalma bir soba yanar ya… Ne anlatırsa sıcaktır. Öyle bir sobanın çevresindeydik işte.

Güzide, Ercan, Gönül, Ertuğrul, Yelda, Nilgün… ve daha adını sayamadıklarım Yeşilçam filmlerindeki sebepsiz iyiliğin gerçek olabileceğini gösterdi. Gezi günlerinden beri biliyoruz zaten, iyiliğimizi istiyorlar… Vermeyeceğiz!

ÖNCEKİ HABER

Mahalli ihanet

SONRAKİ HABER

Suriye’deki savaş, gazeteciliği de mi öldürdü?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...