18 Aralık 2016 00:08

Peki bizim hayalimiz ne?

Ebru Nihan Celkan İstanbul Beşiktaş'ta yaşanan patlamayı Evrensel Pazar'a yazdı.

Paylaş

Ebru Nihan CELKAN*

“Bir insanı ona en küçük bir özgürlük kırıntısı
bırakmayacak şekilde koşullandıracak hiçbir şey yoktur.”
Viktor Emil Frankl

İstanbul’un en işlek caddelerinden birinde, en önemli statlarından birinin önünde, bir Cumartesi akşamı maçın hemen ertesi korkunç bir bombalı saldırı yaşanıyor. Yaşanan ölümler nedeniyle dehşete düşmemiz, tefekkür içinde yas tutmamız beklenirken bambaşka gelişmeler oluyor. Kendi politik angajmanlarına bir tuhaf aşkla bağlı insanlar acıyı ve yası ezerek karşılıklı bağrışmaya başlıyorlar. Bağrışmak diyorum zira her felaket ertesi tekrarlanan “şehit, intikam, dış güçler” amentüsü her iletişim kanalından yüksek oktavdan tekrar ediliyor. Sorumlular kim, güvenlik önlemlerinin üst düzeyde olduğunu sandığımız bir dönemde İstanbul’un kalbinde bu vahşet nasıl yaşanabildi sorularını henüz soramamış, yaşadığımız şoku atlatamamışken, babasının cenazesini kaldırmak zorunda kalan genç bir delikanlının bakışı kameralara yakalanıyor. Gencin bakışlarına yüklenen anlamlar üzerinden iktidar tartışması yürütecek kadar acizleşenlerin siyasetini utançla izliyoruz.

Aradan çok geçmiyor bir akademisyen (!) arkaik mezhepçi nefretini Halep duyarlılığı görünümünde üzerimize boca ediyor. Yanı başımızda yıllardır süren yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının yurtsuz kalmasına sebep olan savaşın görünen sebebinden haberdar değilmiş gibi aymazlıkla mezhepçi tehditler savuruyor, insanları başka insanlara karşı şiddete çağırıyor. Hiç tereddüt etmeden açıkça nefret suçu işliyor.

İnsani ve vicdani savrulma bir türlü dinmiyor. Bu defa da öğrencilerinin eline idam ipi tutuşturup “Şehitler Panosu” önünde onları fotoğraflayan öğretmen ekranlarımıza düşüyor. Neredeyse hemen her gün çocuklarımızın başına gelen fenalıklara bir yenisi ekleniyor.

Televizyonda bir spiker sosyal medya mesajları üzerinden bir gazeteciyi hedef göstermekten imtina etmiyor. Bunu yaparken sergilediği performansı tiyatro sahnesinde izlesek kendisini karakter olmaktan uzak sığ bir tip olarak, o da belki tanımlayabiliriz. Hatta şöyle denebilir; Ultra ırkçı, mezhepçi, hamasi bir meydancının jargonuyla ve bağırarak konuşan, tam da kotarılamamış bir erkek tipi.

Bir haftamız daha nefret, öfke, bağrışmalar ve bol hamasetle tamamlanıyor.

KİM BU İNSANLAR?

Kim bu insanlar? Daha doğrusu “Yeni Türkiye” denen yer bu insanlardan mı müteşekkil? Şu sıralar esamesi okunmayan stratejik derinliklerde kaybolan lakin yakın zamana kadar “Hoca” lakabıyla yere göğe sığdırılamayan siyasetçinin bahsettiği “Medeniyet Projesi” bu mu? Arkaik düşüncelerini saplantı yapmış akademisyenlerle mi bir gelecek inşa edilecek? Bütün siyasi argümanını üç kelimeye (şehit, intikam, dış güçler) indirmişlerle mi müreffeh toplum olacağız? Kötü yazılmış bir oyunun sığ tiplerini andıran insanlar mı rol model olacak?

PEKİ BİZ KİMİZ?

Yönetim şeklini yönetimde olanların dahi tanımlayamadığı, adını bilmediği, izahını yapamadığı “Yeni Türkiye”nin kendisine benzetemediği dönüştüremediği insanlara karşı nobran, vahşi ve öfkeli bir tutumu var. Bu tutum artık sadece iktidar tarafından gösterilmiyor gündelik hayatta sıradan insanların; öğretmen, akademisyen, televizyon spikeri vb. pratiği olarak karşımıza çıkıyor. Devletle özdeş mekanik, bürokratik, mesafeli, soğuk, insani olamayan dil ve davranış refleksleri insanlarımız arasında yayılıyor.

Bu ve benzeri tespitler yapıldı yapılmaya devam ediliyor. Peki tespitler çıkmazında yeterince dolanmadık mı? Artık karşımızda bizi rahatsız eden, huzursuz eden, kendi vatanımızda bize sıla hasreti çektiren ve bilmediğimiz, bilmek istemediğimiz bu dili konuşan iktidarı ve uzantılarını tanımlamayı en azından bir süre erteleyip “peki biz kimiz?” sorusuna zihinsel yatırım yapmamızın zamanı değil mi?

Bitmek bilmez bir defans halinden sıyrılıp nasıl bir dil hayal ettiğimizi, nasıl bir yönetim modeli istediğimizi, nasıl bir seçim sistemi düşündüğümüzü, bombaların patlamadığı huzurlu bir ülkenin ekonomik modeline dair öngörülerimizi oluşturmamız gerekmiyor mu?

Uzunca bir süredir göz ardı ettiğimiz  ve üzerinde sonsuz hakimiyetimiz olan yegane irade kim olmak istediğimizi belirleme iradesi değil mi? Bir canavara, dönüp dolaşıp canavar olduğunu söylemek ve bir türlü bunu duyuramamak bir süre sonra canavarlaşmamıza yol açıyorsa bundan vazgeçmek gerekmez mi? İnsanların aklını, ruhunu, vicdanını sonuna kadar istismar eden ve sömüren bir canavarla karşı karşıyayız, kullandığı yöntemleri kabul etmiyoruz ve yaklaşımlarına razı değiliz. Ne istemediğimizi çok iyi biliyoruz. Kabusumuzdan eminiz. Peki ne istediğimizden yani hayalimizden de bu kadar emin miyiz?

Memleketimizin hepimizi şaşkına çevirecek halleri olabiliyor. İçinde hayat, mutluluk, renk ve neşe olan her şeye düşman bu halin de elbet bir sonu olacak. O son başka bir Türkiye hayali kurabilmekle mümkün olacak. Bu gidişe rızası olmayanların, bizlerin birbirimize öncelikli sormamız gereken ve yaratıcı, dönüştürücü hayal gücümüzü, birikimimizi, uzmanlığımızı vakfetmemiz gereken soru sanırım bu;

Peki bizim hayalimiz ne?

*Oyun Yazarı

ÖNCEKİ HABER

Değinmeler

SONRAKİ HABER

Suriye savaşında en büyük hataları ABD ve Türkiye yaptı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...